ESKİŞEHİR

ESKİŞEHİR

ESKİŞEHİR

Eskişehir’e yıllar sonra yeniden gittiğimde çocukluğumun küçük Anadolu kentinin büyük bir Avrupa şehrine dönüştüğünü gördüm biraz gurur biraz da şaşkınlıkla…

Kitap fuarına katılmak için akın akın Eskişehir’e gelen yazarlar, edebiyatçılar, hatta çevre illerden fuar için gelen okurlar bile benimle aynı fikirdeydi. Peki bu küçük Batı Anadolu kenti nasıl olmuştu da ülkemizin en modern şehirlerinden biri haline gelip kültür, sanat ve mimaride dev metropolleri geride bırakmıştı.

Bu değişimde aslan payı, elinde bir sihirli değnek varmışçasına şehri yeni baştan yaratan Yılmaz Büyükerşen’in 25 yıllık belediyecilik anlayışıydı şüphesiz… Ancak; yapılan hizmetin farkına varıp tam beş dönem üst üste Büyükerşen’i başkanlığa seçen bilinçli, vefalı ve kadirşinas Eskişehir halkının hakkını da yememek gerekiyor.

Şehrin değişimden önceki halini bilen biri olarak Eskişehir’in otuz yıl öncesini ve günümüzdeki halini anlatmaya çalışacağım bu yazımda…

Genellikle yılbaşı ve bayramlarda, bazen de yaz tatillerinde Ankara Garı’ndan Boğaziçi Ekspresi’ne binip dört saatlik bir yolculuğun ardından vardığımız çocukluğumun Eskişehir’ini unutmak mümkün mü?

Her sabah saat 08.50’de hareket eden Boğaziçi Ekspresi’nin Haydarpaşa’ya varmadan önceki en önemli durağıydı Eskişehir…Yolculuğun tam ortasında trenin düdüğü uzun uzun çalınca Yunus Emre kasabasından geçtiğimizi anlardık.

Bu düdüğü ilk kez duyduğumda babama nedenini sormuş; “Tren Yunus Emre’nin mezarının yakınından geçerken makinist mutlaka uzun uzun düdük çalarak selamlar onu…” yanıtını almıştım. Yunus Emre’nin saygın kişiliği daha o zamanlardan yer etmişti küçük zihnimde…

Gündüz vakti iç ışıkları yanmayan trenin tünele girmesiyle etrafın zifiri karanlık olmasından çok korkar, uzun süre korkumu üzerimden atamazdım. Sanki bilmesi gerekirmiş gibi:” Tren bir daha ne zaman tünele girecek?” diye sorardım babama…

Yolculuğun en güzel anları Trenin Eskişehir Garı’na girmesiyle başlardı. Eskişehir yolcuları trenin istasyonda yalnızca beş dakika duracağını bildiklerinden bavullarını yüklenip kapılara hücum ederlerdi telaşla…

Gardan çıkışta sıra sıra dizilmiş faytonlar karşılardı yolcuları…Taksi de vardı, ama pek rağbet görmediğinden olsa gerek sayıları çok azdı. Bekleyen faytonlardan birine bindiğimizde, babamın “Akarbaşı” demesiyle sürücünün atların dizginlerini çekip hareket ettirmesi bir olurdu.

Hava soğuksa etrafı değil; atların ağız ve burunlarından fışkıran su buharını izlemeyi tercih ederdim. Ayakları nallı atların asfaltta koşmasıyla ortaya çıkan güçlü tak tuk sesleri eşliğinde havaya karışan at soluklarını bir mucizeye şahit oluyormuşçasına hayretle seyrederdim nedense…

Dar sokaklardan geçerek gideceğimiz adrese vardığımızda, başkentten gelmemin etkisiyle olsa gerek çevremdeki tahtadan yapılmış evleri ve tek katlı binaları çok yadırgardım.

Halamların evinden içeri girer girmez sarılıp koklaşır, sonra da üstümüzdeki kalın giysileri atmaya başlardık mevsim kışsa… Salonun ortasında gürül gürül yanan kocaman soba evi öylesine ısıtırdı ki daha antredeyken sıcaklığını hissederdik.

Musluklardan su içmemize izin verilmezdi. Balkonda soğutulmuş testiden bardaklara doldurduğumuz suyu içerdik hep. Yemekler bile sıra sıra dizilmiş testilerdeki suyla yapılırdı.

Evdeki su bitmeye yüz tutunca amcamla birlikte boşalmış testileri alır, musluğundan tertemiz Kalabak suyunun aktığı çeşme başına doğru yol alırdık. Amcam; “Kadınların sıra kavgası olursa korkma sakın!” diye uyarırdı su doldurmaya giderken…

Testileri sıraya koyduktan kısa bir süre sonra atışmaya başlayan kadınların sesleri yükselirdi upuzun su kuyruğunda…Kadınlardan biri: ”Ben senden önce geldim ayol, koca bidonu benim testinin önüne koymuşsun, insanda utanma olur edepsiz kadın!” derken, öteki de: “Aaa üstüme iyilik sağlık! Gözümün içine baka baka yalan söylüyor şıllık!” diye bağırırdı diğerine… Amcam gülerek bana bakarken; “Ayıp oluyor hanımlar!” diyen bir erkek sesi tartışmaya son vermeye çalışırdı.

Bu uyarıya rağmen tartışma bitmezse, meşhur çeşme başı kavgalarından biri daha başlar, saç saça baş başa birbirine giren kadınlar, sonunda su dolduramadan boş bidonlarını alıp evlerine yollanırdı.

Ertesi gün erkenden hamama gidileceği konuşulunca heyecanlanırdık akşamdan… Evlerinde banyo yapmayan Eskişehirliler haftada en az bir kez hamama giderdi. Yeraltından kaynayan doğal sıcak su sebebiyle hamamlar çok ucuz olurdu. Bu yüzden olsa gerek şehirde yaşayanlar hamam keyfini alışkanlık haline getirmişti.

Bizler, evimizde kendi banyomuzda yıkandığımızdan; hamama gitmeye büyük bir değişiklik hatta eğlence gözüyle bakardık. Hamam tamamen dolmadan yetişebilmek için sabahın alacakaranlığında yola çıkardık. Henüz beş yaşındayken tanışmıştım Eskişehir’in hamamlarıyla…

Halamın kucağında sıcak suyla dolu havuza girerken, yanımızdaki kadın:” Hanım kocanı da getirseydin!” deyince, suçluymuşum gibi utandığımı hatırlarım. Kirlerimizden arınmış, hafiflemiş bir halde havluya sarılıyken, girişteki deri koltuklara oturup buz gibi gazozu yudumlamak ne büyük bir keyifti.

Hamam çıkışında, sıcak sularda bulunan Mahir’in Çorbacı dükkanında işkembe çorbası içmek adettendi. İlk kez babamla gittiğimizde tattığım işkembe çorbasına bayılmış, Eskişehir’e her gidişimde Mahir’in işkembe çorbasının müdavimi olmuştum.

“Bol sirkeli ve sarımsaklı işkembeyi Mahir’den başka yerde içmem!” derdi babam. Temizliğine ve titizliğine güvenirdi Mahir’in… Çorbacıdan hamamın rehavetini üzerimizden atmış bir halde çıkardık.

Eve doğru yürürken Porsuk Çayı’ndan gelen kötü koku genzimizi yakardı. Babam; amcamın Eskişehir’e toz kondurmadığını bildiğinden: “Boklu porsuk her zamanki gibi kokuyor.” diye takılırdı ona …Bu söz üzerine amcam hemen savunmaya geçer, sanki “Ankara Çayı gül suyu kokuyor?” diye yapıştırırdı cevabı…

Eskişehir’e gelip de çiğ börek yememek olur mu? Şehirde yaşayan Tatarlar tarafından Eskişehir mutfağına kazandırılan çiğ böreği tadanlar bir daha kolay kolay vaz geçemezlerdi bu lezzetten. Halam; “Yarın sizi Papağan’a götüreyim!” deyince evde bir sevinç dalgası yükselirdi.

Papağan, Eskişehir’in en güzel çiğ börek yapan ustasına sahip bir börekçiydi… Çarşının içindeki dükkân yaz kış dolup taşardı. Boş masa bulup oturduğumuzda mutlu olurduk. Yoksa bir süre ayakta beklemek zorunda kalırdık. Kızgın tavadan yeni çıkan mis gibi kabarmış börekler önümüze gelince, ilk işimiz böreği ortadan ikiye ayırmak olurdu.

Zira sıcak börek ancak o zaman yenilecek hale gelirdi. Böreği ikiye ayırmadan ısırmak dilimizin damağımızın yanmasına sebep olurdu çünkü… İçinde; pişerken suyunu bırakmış bol kıyma bulunan kıtır kıtır kızarmış hamurun damaklarımızda bıraktığı müthiş tadı hiçbir yiyecekte bulamazdık.

Eskişehir’den dönüşte annem, gardaki hediyelik eşya satan dükkanlara uğrayıp lüle taşından yapılmış kolye ve bilezikler, babamsa yine lüle taşından ağızlıklar ve pipolar alıp, sipariş verenleri memnun etmeye çalışırdı. Bir de yolda yemek için gardaki büfeden mutlaka Eskişehir simidi ve haşhaşlı çörek alırdık.

Yıllar sonra Kitap Fuarı için bu kez İzmir’den geldiğim Eskişehir; mayıs ayında olmamıza rağmen o meşhur soğuk rüzgarıyla karşıladı beni. Tedbirli geldiğim için tabi ki hemen kışlık montumu ve uzun kollu kazağımı geçirdim üzerime… Etrafa göz gezdirince değişmeyen tek şeyin Eskişehir soğuğu olduğunu fark etmem uzun sürmedi.

Geniş caddelerde vızır vızır işleyen tramvaylar, sokakları süsleyen estetik heykeller, Porsuk Çayı üzerine yapılan rengarenk çiçeklerle bezenmiş köprüler ve Porsuk çayında yüzen gondolların içindeki mutlu insanlar… Vizesiz seyahat ettiğim bir Avrupa şehrine gelmiştim sanki… Hem de İç Anadolu’da…

Şehri örümcek ağı gibi saran tramvay durakları sayesinde 12 kilometre uzaklıktaki Eskişehir Ticaret Odası’na ait Fuar ve Kongre Merkezi’ne gidip gelmek benim için zor olmadı.

Kitap Fuarı, kültürlü ve medeni insanların yaşadığı bir şehre yakışır bir şekilde her gün tıklım tıklım dolup taşıyordu. Fuar adına üzüldüğüm tek şey ; Türkiye’de kullanıcı sayısı üç milyonu aşan Wattpad adlı uygulamada yazan, yazar demeye dilimin varmadığı kişilerin gördüğü ilgi oldu.

Yazdıkları küfür, şiddet ve argo içeren yazılarla gençleri zehirleyen sözde yazarlar için, çoğunluğu kızlardan oluşan ergenlik çağındaki gençlerin saatlerce sıra beklediğine şahit olmak üzücüydü.

Kendilerine değer vermeyen yazar bozuntularını görünce çığlıklar atan ve ellerindeki o değersiz şeyleri sallayan gençlere tanık olmak yürek burkucuydu. Hele hele anne ve babasının: “Kızımız ne yapıyor böyle?” diyerek üzüntü ve şaşkınlıkla izlediği çocukları görmek iç karartıcıydı.

Wattpad denen bu saçmalığı kullanan ülkeler arasında Amerika Birleşik Devletleri ve Filipinler’den sonra dünya üçüncüsü olmamızsa oldukça moral bozucuydu. Çocukları bu zararlı neşriyattan korumanın zamanı çoktan gelmişti… Bir an önce çocukların bu tehlikeli siteye ulaşımı engellenmeli ve veliler bilinçlendirilmeliydi…

Eskişehir’den ayrılırken güzel anıların yanı sıra, saatlerce wattped yazarlarını bekleyen çocukların hazin görüntüsü de uzun bir süre gözümün önünden gitmedi. İçimden; ‘diğer şehirlerimizi yönetenlerin de bu modern Anadolu kentini örnek almasını, kaynaklarını rantçı müteahhitlere değil eğitim kültür ve sanata ayırmalarını ve tüm yöneticilerin çocukları zararlı yayınlardan koruyacak önlemler almasını’ diledim.

Murat ÇOKÜRETEN 

Genel Yayın Yönetmeni: Elif ÜNAL YILDIZ 

Bir Önceki Yazımı Okudunuz mu?

DERDİNİ BEBEKLERE ANLAT

 

Yorumlar (6)

  1. Nurten
    • 15/05/2024

    Çok güzel bir yazı emeğine sağlık 👏

  2. Şevval Kızıldağ
    • 15/05/2024

    Eskişehir'e daha önce hiç gitmedim ancak anlatımınızla o günlere birebir tanıklık etmiş kadar hissedebildim. Samimiyet, özlem ve geçen zamana rağmen birçok detayının neden bu kadar kalıcı olduğuna dair en kıymetli noktalara değinmişsiniz. Aynı zamanda hem bireysel hem toplumsal mesaj veren yazınızın, son sözlerine katılmadan edemeyeceğim. Ne yazık ki şöyle bir ikilem de oluşturuyor bende, hem iyi okumayan bir kesim var hem de yanlış da olsa cezbedici yönlerinden dolayı okumaya teşvik eden bir yazar kitlesi mevcut. Acaba okuma merakı geliştikçe bahsettiğimiz genç okur kitlesi diğer edebi eserlere de merak duyabilir mi, yoksa ne aşıladığı belli olmayan bu eserlerle birlikte daha anlaşılmaz bir yola mı savrulur? Her halükarda toplum olarak okuma kültürünü ve iyi eserlerin kıymetinin bilindiği bir düzenin teşvik edildiği paydada buluşmak için yılmadan gerekirse o mecralarda da yazarak paylaşım yaparak örnek teşkil etmemiz gerekiyor olabilir. Siz bir insan olarak deneyimlerinizle, bir yazar olarak aktardıklarınızla bu özgünlüğe çok güzel katkılarda bulunuyorsunuz Murat Hocam. Sizin gibi değerli birini tanımak ve okumak büyük bir onur.

  3. Rezzan Trksy
    • 14/05/2024

    Kaleminize, yüreğinize sağlık Murat Hocam. Okurken anlatımınızın gücüyle güzel hikayenize bende dahil olup kendi çocukluğuma, güzel anılarıma kısa da olsa bir dönüş yaptım. Uzun zaman oldu Eskişehir'e gitmeyeli gözlemlerinizden yola çıkarak en kısa zamanda modern çağa ayak uyduran eski ama yenilenmiş bu şehri mutlaka ziyaret edeceğim 👏🏻💐

  4. Emine GÜLER
    • 14/05/2024

    Yazarımızın dilinden, kaleminden, anılarından güzel şehrimizi okumak çok iyi geldi. Kitabinizi hediye ederken ki hoş anı için ayrıca minnettarım. Teşekkür ederim.

  5. M Şirin şeker
    • 12/05/2024

    Kaleminize yüreğinize sağlık Murat hocam harika bir anlatım olmuş

  6. Kitapsever
    • 8/05/2024

    Adeta orada yaşadım sanki. Çok güzel bir yazı👏🏻👏🏻👏🏻

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Murat ÇOKÜRETEN

1963 Diyarbakır doğumluyum. İlk orta ve lise öğrenimimi Ankara’da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu Radyo Televizyon Sinema Bölümü’nden mezun oldum. Mezuniyetimi takiben TRT GAP Diyarbakır Radyosu’nda Yayın Şefi ve Program Yapımcısı olarak çalışmaya başladım. 2017 yılında TRT İzmir Radyosu’na tayin oldum. 2018 yılının ağustos ayında TRT’den emekli oldum. “Sürekli Basın Kartı” taşıyorum. “Küba Günlerim” adlı gezi, “Efsaneler Hikayeler” adında inceleme araştırma ve “Tapınak Ağacı” adıyla öykü türünde yayınlanmış üç kitabım var. Yaşamımı İzmir’de sürdürüyorum.