Hıdırellez

Hıdırellez

Hıdırellez

Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın, ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün, ben saç mıyım?

Okumayı seven birisi olarak tanıdığım çok ikinci el kitapçı vardır. Özellikle yaşadığım semtteki kitapçılara her canım sıkıldığında gittiğimden; artık hepsiyle de samimi oldum diyebilirim. Hâl böyleyken onlar da artık ne zaman ellerine farklı kitaplar geçse, ilk önce beni arıyorlar. Eski kitapların çok ilginç hikâyeleri vardır. Aralarından ne çıkacak bilemezsiniz.
 
Bazen sevgiliye bırakılmış kuru bir çiçek, bazen yaprak, bazen de hasretle, sevgiyle yazılıp imzalanmış bir not. İnanın onları görmek, bana kitaptan çok kitabın hikâyesini merak ettirir hep. Sanki toprağı kazarken altın bulmuş gibi olurum.
    Bu yerlere sadece kitaplar da gelmez. Günlükler, yazı çalışmaları, hatta bilimsel makale dosyaları dahi gelir. Zira aileler, ölen kişinin emek emek biriktirdiği, özenle sakladığı, belki de sağlığında en iyi dostlarım dediği tüm o kütüphaneyi, değersiz bir eşyaymış gibi satarlar. Hele o günlüklerin içinden çıkan hikâyeleri bir görseniz, memleketimdeki insan manzaralarına aklınız şaşar.
 
En güzel hatıralar oralarda saklıdır. En büyük sevinçler en saf kelimelerle oralara yazılmıştır. Tabii kötü hatıralar da… Çocuklukta uğranılan şiddetin, tacizin, eşlerine, anne babalarına, çocuklarına söylenemeyen sözlerin en net itirafları da oradadır. Birazdan okuyacağınız ve olduğu gibi aktardığım bu hikâyeyi de işte böyle bir kütüphanedeki günlüklerin içinden çıkardım ve kendime saklamak istemedim.
 
05 Mayıs

Bugün Hıdırellez. Eskilerin anlattığına ve üstadın yazdığına göre, beş mayısı altı mayısa bağlayan gece Hızırla İlyas dünyanın bir yerinde buluşurlarmış. Onlar buluştukları an dünyadaki bütün yaşam durur, tekmil canlılar ölür, hemen sonra da daha gür, daha canlı, daha doğurgan dirilirlermiş.

Bundan tam üç yıl önceydi. İnziva hevesiyle kendimi köyüme atmış; doğduğum evin bakımsızlıktan yıkılmaya yüz tutmuş kerpiç duvarları arasında, eski bir ot minder üstünde o trajik hikâyeyi bitirmiştim. Okuduğum kitap, üstadın kaleminin adeta ders verdiği, yanı sıra bu topraklarda yaşayan bizlere kim olduğumuzu, iyimizi kötümüzü tokat gibi yüzümüze çaldığı müthiş bir eserdi. Binboğalar Efsanesi.

Şimdilerde soyunu, kültürünü unutan; bu kocaman medeniyette kendisine yer bulmak için uğraşan, yetmezmiş gibi olmadık tarihi hikâyelere kendini inandıran bizlerin gerçek doğum hikayesiydi o kitap belki de.

Hatırlıyorum da o günü, trajedinin sonuna geldiğimde, arasında doğup büyüdüğüm kerpiç duvarlar dahi soğuk gelmişti bana ve az da olsa nefes almak için kendimi toprak damüstündeki asma çardağının altına atmıştım. Başıma geleceklerden habersiz, bahar yeşili asmanın yapraklarının arasından sızan, yaldızlı güneş hüzmelerinin danslarının arasında uzun uzun düşünüp, Demirci Haydar Usta misali, kimsenin umurunda olmayan kılıcı döver gibi şunları yazmıştım defterime.

“İnsanın muradını elinden aldık. Bırak muradı, bir lokma için onurunu elinden aldık. Tüm bunları da kendi kendimize, sadece kazanmak için yaptık. Şimdi de kaldık kimsiz kimsesiz. Yersiz yurtsuz. Ne derdi rahmetlik ninem, insanın kendine ettiğini, köylü çökse başına edemez…”

Neden sonra, aklıma takıldı ve defteri kalemi, tezek kokusunu kenara bırakıp, bu kitap müzik eseri olsaydı, acaba ne olurdu, diye düşünmeye başladım. Aklıma hangi besteler, hangi isimler gelmedi ki.

Çaykovski, Mozart, Paganini, Farid Farjad ve daha niceleri. Fakat olmadı hiçbiri de. Hiçbirinin eseri yansıtmadı bu hikâyenin trajedisini. Tüm o eserler bu kitabın yanında, cızırtı gibi geldi, yakışmadı yanına. Eğer bitişik evde ölümü bekleyen ihtiyar Hesna Teyze camın önüne çıkıp da, benim sadık yârim kara topraktır diye kendi kendine ağıt yakmasaydı daha çok düşünür, girdiğim kocaman deryanın içinde boğulur giderdim. Evet, bu trajik gerçekliği, belki de bin yıllık insanların yok oluşunu ancak âşığın sazı anlatabilirdi. Zira o günlerden geliyordu.

     Hesna teyzenin yürek sızlatan, gerçek ıstırabı bıçak gibi insanın kalbine saplayan ağıtını buğulu gözlerle sessiz sadasız dinledim. Nihayet ağıt bittiğinde, derdini haykırmaktan soluksuz kalmış; derin derin nefes alıyor, bir gram oksijen uğruna kuş misali çırpınıyordu adeta. Kendine geldiğinde, bu sefer daha da içli fakat sessiz ağlayışları, bir de koca Allah’ına yalvarışları başladı.

“Yetti gali. Canıma doydum. Evlat acısı bilem gösterding bana goca Allah’ım. Ciğerim yandı gitti. Düngyayı elimden alaydıng da göstemeseyding keşkem o derdi bana. Biliyon dert de senden, derman da. Emme alıver gali şu canımı. Hem ne faydam va benim? Bi goca garıyım, yük olmadan başka ne işe yararın?.. Bak şu iki göz odanın içinde kendi kendime ağlap dururun. Acı da alıver gali canımı…”

 İnsanın ciğerini söküp alan bu yalvarmalar ne kadar sürdü hatırlamıyorum. Tam, artık bitti, şimdi camı kapatıp içeri girecek diye düşünüyordum ki elinde süt şişesiyle evin önünde Sultan Hala belirdi. Tabii Hesna teyzenin aksine o, ilk beni fark etti ve sanki yıllardır görmediği evladını görmüşcesine yarı çığlık, yarı sevinç, bastı yaygarayı.

“Anaa! Hele hoş gelding oğlumuz. Ne zaman gelding? Nişlong enki yıkıntının içinde?”
“Hoş bulduk Sultan hala. Dün gece geldim.”
“E geleydin ya bize. Enkirde bi başına oturulur mu hiç?”
“Gelirim hala.”

Bu ara yan tarafa Hesna teyzeye baktım, yarı utangaç, yarı kızgın gözlerle bana bakıyordu. Ondan da aldım nasibimi.

“Hele şuna bak. Kimsiz kimsesiz gibi gelmişte o yıkıntının içinde oturup duru.”
“Kabahat sende Hesna teyze. Yanında oturup duran oğlanı görmemişin.”
“E gızım ben onu mu beklep durun. Geleydi çalaydı kapıyı. Benim de evladım sayılır o.”

İnsanı girdap misali içine çeken, uzayıp giden bu sohbet, benim Sultan halanın elindeki sütü alıp da Hesna teyzenin yanına geçmemle son buldu. Daha kapıda elini öptüğümde, evladına sarılırcasına sarılsa da içeri geçerken sırtıma, titrek ve zayıf elleriyle iki tokat atmayı da ihmal etmedi tabii.

“Burda gocaman ev duruken insan oturumu bi başına o yıkıntının içinde. Yel esse yıkılcak o dam üstü. Canına mı susadıng sen?”

Sonra durdu ve bir şey unutmuş gibi ellerini dizine vura vura, söylene söylene mutfağa doğru gitti.

“E be gocagarı oğlanı somsaklap durcana iki sokum bişe gosang ya önüne yesing.”

O gidedursun ben de onun yaşadığı küçücük odaya geçip, pencerenin önündeki sedire oturdum. Oda köy meydanına bakıyordu. Ev, bizimkinin aksine yeni yapıydı lâkin anladığım kadarıyla burası kadıncağıza yetiyordu.

Koskoca evrende bir odanın bile fazla geldiği insanın dünyaya sığamaması; ölmek için dua etmesi de ne hazin yorgunluktur?.. Ah beşer ah!.. Bilirsin sonunu da yine vazgeçmezsin kavgadan.

Tüm aklımdan geçenlerle köyün yavaş yavaş değişen, bambaşka diyarlara benzemeye başlayan suretine dalıp gitmişken yorgun ihtiyar, ölüme inat yaşatmak istercesine bir tas tarhana, azıcık bulgur ve iki dilim ekmeği siniye koymuş, geldi oturdu sedire ve yüzünün derin çizgilerinde beliren utanmayla,

“Oğlumuz dün kendime bişirdiydim, galdı. Sana nasipimiş. Şindilik idare et. Akşama et çıkadım dolaptan, onu kavurcan. Doymam dersen pekmez de va. Getiren mi?” dedi.

Daha ağzımı açamadan yine söylene söylene gidip getirdi onu da.

 “Bendeki de akıl. Sorulu mu hiç! Getisen ya yesin oğlan. Sankı çeyize saklacan! Ah goca garı ah!.. Al ye guzum! Ben de şu sütü gaynatan gelen.”

Koca selvinin benim için telaşlanması, etrafımda pervane olmasından gelen utangaçlıkla çorbayı kaşıkladım. Yemek bitince elimizde birer bardak sütle camın önünde, batan kızıl güneşe karşı konuşmaya başladık. Sohbet en başlarda karşılıklı gitse de bir süre sonra onun konuşma ihtiyacından dolayı, yaşlı gözler ve hasret dolu bakışlarıyla anlattığı bir yakın tarih anlatısına dönüştü.

“Evi de yeniletmişsin Hesna teyze. Maşallah çocuklar bakıyor sana.”

Hesna teyze belli belirsiz bir kızgınlıkla, hiç umurunda değilmiş gibi bir el hareketi yaptı.

“Nişleyen böle gocaman evi ben. Kendilene yaptıla bunu. Gelip gittikçe rahat yatam deye. Bana bu bir göz oda yetiyo.”

Eliyle arkamda kalan köşede serili döşeği gösterdi.

“Şorda yatıyon. Burda aşımı yeyon. Sona da oturup duruyon. Yediğim iki kaşık aş. Onu da çoğu zaman peynir ekmeğinen geçiriyon.”

Gözleri buğulandı ve titrek sesiyle başladı sustuklarını anlatmaya.

“Ben bu eve gelin geldiğimde on üç yaşındaydım. Gitsing de gelmesing o günle. Pek kötüydü. Hep yokluğudu. Bubam beni sofradan kaşık eksilsin deye vermiş, rahmetliğe. Zaten o da istememiş beni. Pek güççük bu, demiş. Emme kaynatam zoruna aldırmış. Ondan olcak; ilk geldiğimde pek eğlenirdi benlen. El gün demez, beni kucaklayıp sedire oturtur ‘Benim karının memeleri de çıkmamış daha. Bu nasıl çocuk doğurcak?’ derdi… Ah gitsing de gelmesin o günle! Gitsing de gelmesing bi daha!..”

Yaşlı gözlerinden damlalar dökülmeye; yüzündeki oluk oluk kırışıkların içinden dere misali akmaya başladılar. Bir süre öylece ağladı. Ben ne diyeceğimi bilemediğimden sustum. O gözlerindeki yaşları sildi ve devam etti.

“Rahmetlik işi de sevmezdi. Her işe ben gittim, bu evin içinde. Güççücük boyumunan, o beğenmeyip de yıktıkları evi yapcaz deye taş mı daşımadım, odun mu gırmadım, çamur mu karmadım, ele güne işe mi gitmedim. Iscak demedim soğuk demedim, hep çalıştım. Altı da çocuk doğurdum. Doğurdum da ne oldu?.. Bak bir başıma gözümü dikip durun burda… Canları sağ olsun. Sağ olsungla da selamları gelsing.”

Göz pınarlarındaki yaşları, rengi artık solmuş, eprimiş, sarı beyaz karışımı yazmasına silip toparlandı. Yorulmuş da sırtındaki tüm dertleri bırakmak istiyormuş gibi zoraki gülümsedi.

“Eh bakma sen bana oğlumuz! İhtiyarlık işte. Dinlecek gulak buldum mu çenem durmayo.”

Gülümsemesi az da olsa havadaki kasveti dağıttı. Ben de espri olsun diye çocukluğumda duyduğum komik anılardan, aklımda kalan birini sordum. Yüzünde sevecen ve şefkatli bir ifade belirdi.

“Nası aklıngda galdı hele o yarenlik? Benim böyük oğlanın başından geçtiydi o.”
“Hadi ya! Bak ben onu unutmuşum.”
“Benim böyük o zamanla eskerlik çağındaydı. Güz zamanı, rahmetlik bunu dağa oduna göndedi. Bu gitcek, odunu edip beklecek. Ben de iki gün sona öküzlerinen gitcen. Gittiği gün pantulunun paçası mı ne yırtılmış. Orda da Mıcırlang Cin Süleyman varımış. Bakkalı varıdı o zamanla onung da. Dayı pantulum yırtıldı, yarına geliken bana iğne iplik getirive demiş. Len o adama günahını bilem vermez. İsteni mi hiç ondan bir şey!.. Toyluk işte, nerden bilsing. Süleyman da cin ya; buna ‘bana bir araba odun ediveriseng getiririn’ demiş. Benimki de hiç üşenmeden o gün ona çalışıvemiş.”
“E getirmiş mi bari istediklerini?” Dedim gülümseyerek. Öfkelendi.

“Getiri mi hiç! Ertesi gün gitmemiş bile dağa. Geberesice gebedi ya milleti de canına doyurdu.”
“Eh artık iğneden iplikten yana eksiği yoktur; terzi nasılsa.”
“He ya! Eskerde öğrenmiş o işi de. Geli gelmez şehere gitti. Bubası, gitmesin deye döydü, söydü emme dinlemedi. İyi de etti. Burlada sürünmedi.”
“Ben bilmem, görmedim ama senin en küçüğe ne oldu?”

Gözleri yine puslandı. Başını cama doğru çevirdi. Uğunur gibi elleriyle dizlerine vurdu. İçinde tuttukları dışarı çıkmak istiyordu da o nasıl çıkaracağını bilmiyordu sanki. Neden sonra usulca; cılız bir sesle

“Kader işte.” Dedi, yazmasının üstündeki çekiyi toparlar gibi yaparak ve anlattı.

“On yedisinde öldü o. Bir akşam bubası bunun eline tüfeği vedi de tarlaya göndedi. Köyün yanına yörük gelmiş, git de tarlaya hayvan sokmasıngla, deye.”

Hâlâ o günü yaşar gibi heyecanlandı. Sesi feryat eder gibi hâl aldı. “Çok dedim. Yalvarıvedim. İkisinin de ayaklana kapandım. Aşam aşam talaya gidilmez. Yörük geldiyse ne olmuş? O da Allah’ın kulu. Hem biz de yörük deyil miydik zamanında. Kim ne etsing senin ekinini, deye. Emme dinletemedim.”

 Feryadı son haddine ulaştı.

“Dinletemedim. Dinletemedim… Keşke dayaktan sinip de susmayaydım. Ah akılsız kafa ah! Sankı yemediğim şey mi dayak. Keşke ben öleydim de o şu kapıdan çıkmayaydı. Ölüsü geldi oğlumung, ölüsü!.. Yandım çıktım gittim. Kimselere halim şu deyemedim.”

    Dizlerine vura vura, hıçkıra hıçkıra ağladı. Karşımdaki acının tanımı yapılamaz, kelimelerle asla ifade edilemezdi. Sayıklamaları, dövünmeleri bittiğinde güneş artık batmış, oda sokak lambasının ışığıyla aydınlanıyordu.

“Tarlaya gitmemiş. Yörüğün obasına gitmiş. Cahillik işte. Elde tüfeğinen adamıng evine mi gidili hiç?.. Oba da, ‘aha bu bizi vurmaya geliyo’ deye…”

Göz pınarlarındaki yaşı yazmasına silerek sessizce, titreye titreye ağladı. Sanki dermansız derdinin ağırlığının altında eziliyordu.

“Oğlumung bedeli iki koyun bir koç oldu. Onları da benim adam sattı kumar da yedi. Ah gitsing de gelmesing o günle. Gitsing de gelmesing!..”

Hikâye burada kesildi. Sanırım daha fazlasını yazamaya katlanamamış. Fakat sayfanın sonuna içinden geçenleri, içinde kopan fırtınaları belli edercesine; kargacık burgacık yazmış.

“Bugün Hıdırellez. Hesna Teyze ölmüş. Bir başına bulaşık yıkarken kalp krizi geçirmiş. O kadar acıya yine iyi dayandı o kalp. Ah biz insanlar! Sanırım Allah bizi, birbirimizi yiyelim diye yaratmış. Tabii varsa… Umarım, Hesna teyze gibi kim varsa bu dünya üstünde, ölüm onlar için en mutlu başlangıç olur. Bütün bu kavga da bize kalır. Bugün Hıdırellez. Dileğimi Hesna teyzeden yana kullandım. Şimdi çıkıp bir dağ başına, dilimde aşığın deyişiyle tüm dünyadaki hayatın durup, yeniden dirilmesini bekleyeceğim.”

Yazar: Kadir Horzum

Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal YILDIZ

Editör :Hakan DİNÇAY

Bir Önceki Yazımı Okudunuz mu?

HARF DEVRİMİNDE UNUTULAN GERÇEKLER

Yorumlar (2)

  1. zoritoler imol
    • 27/06/2024

    I want studying and I think this website got some really utilitarian stuff on it! .

  2. Ahmedi
    • 17/05/2024

    "Akşam Bize Geleydin" romanından roman kahramanlarından Aerol ve Sasa ; "Evini fore kazığa bağla, tevekkülünü Allah'a yap!" "Eviniz kaderinizdir." diyorlar. Sasa ve Aerol'ü alkışlıyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Kadir HORZUM

Kadir Horzum, 1988 yılında Uşak'da dünyaya gelmiştir. İlk, orta ve lise öğrenimini Uşak şehrinde tamamlayan Horzum, 2010 yılında Balıkesir Astsubay MYO'dan, 2021 yılında Anadolu üniversitesi AÖF Sosyoloji bölümünden mezun olmuştur ve halen daha Türk Silahları Kuvvetleri bünyesinde görevine devam etmektedir. Edebiyat ve kitap dünyasına yakından ilgi duyan Horzum, birçok farklı yaratıcı yazarlık ve drama atölyelerine katılmış ve eğitimler almıştır. Ağırlıklı olarak öykü alanında ilerlemiş, 2023 yılında Kafamdaki Kalabalık isimli öykü kitabı yayımlanmıştır. Horzum, hali hazırda edebiyat çalışmalarına devam etmektedir.