Teknolojik Yalnızlık

Teknolojik Yalnızlık

Teknolojik Yalnızlık

Yalnızlık günümüzün en büyük sorunlarından biri haline geldi. Kalabalıklar içinde bile kendimizi izole hissedebiliyoruz, kimse yokken de bu duygu bizi esir alabiliyor.

Garip bir paradoks gibi etrafımızda onca insan olmasına rağmen kalbimizde derin bir yalnızlık yankılanıyor. İşyerinde, evde, hatta sevdiklerimize yakın olduğumuz anlarda bile bu his peşimizi bırakmayabiliyor. Bedenlerimiz birbirine değse de ruhlarımız adeta uzak diyarlarda kaybolmuş gibi hissediyoruz.

Peki bu yalnızlığın kökeni ne? Neden kalabalıklar içinde bile kendimizi yalnız hissediyoruz?

İnsanlığın en büyük sorunlarından biri paylaşmaktan ziyade paylaşamamaktır. Güzel bir köşe yazısı okuduğumuzda veya etkileyici bir müzik dinlediğimizde, o anın yarattığı duyguları ve düşünceleri bir başkasıyla paylaşma ihtiyacı hissederiz. Sanki o güzelliği tamamlamak için bir tanık, bir ses, bir kalp gerekir.

Ancak etrafımıza baktığımızda yalnızlığımızı elektronik cihazlarla dolduran insanlar görürüz. Telefonlarımız, bilgisayarlarımız ve sosyal medya hesaplarımızla kendimizi küçük bir elektronik alete hapsederiz.

Gözlerimiz yola, adımlarımız kaldırıma basarken ruhlarımız sanal alemde kaybolup gidiyor. Kulaklıklar kulaklarımıza yapışmış, birbirimize baktığımızda bile görmezden geliyoruz.

İki yakın arkadaş bile yüz yüze olmalarına rağmen kulaklıklarıyla çevrili sanal kalabalığa dalmışlar. Selamlaşmak için beden dillerine sığınıyorlar, göz teması kurmak bir yük gibi görünüyor.

Teknolojinin sunduğu imkanlar bir yandan bizi birbirimize bağlarken diğer yandan yalnızlığın yeni bir boyutunu yaratıyor.

Artık kalabalıklar içinde bile yalnızız. Yolda yürürken bile sanal dünyalarda kayboluyoruz. Birbirimizin varlığını hissetmek yerine, ekrana hapsolmuş ruhlar gibiyiz.

Kısa bir mola bile olsa yüzünü telefondan kaldıran gençlerin sohbetleri ne kadar da cıvıl cıvıl! Tek kelimelik cümleler havada uçuşuyor: “Ok”, “Oha Oldum”, “Delete ettim”, “Çevrimdışıyım”…

Bir saatlik sohbet, bir dakikaya sığdırılıyor sanki. Sonra konuşulacak konu kalmayınca, cep telefonları devreye giriyor ve yalnızlık sanal bir panzehir gibi sarıyor etrafı.

Yalnız ruhlar sanal ortamlarda teselli arıyor, farkında olmadan teknolojiye esir düşüyor. Yapay bir dünyada yalnızlığını paylaşıyor insan, adeta!

Sevgili gençler benim yaşım elli dokuz, altmış yaşına bir yıl kaldı. Hadi sizinle sanal bir oyun oynayalım, benim gençliğime dönelim. Tamam, hazır mısınız?

Gözlerinizi kapatın ve derin bir nefes alın. Bir anda zamanda geriye doğru süzülmeye başlıyoruz. Etrafınızdaki hava değişiyor, sesler yumuşuyor ve görüntüler bulanıklaşıyor.

Benim neslim de sizin gibiydi. Öğretmenlerimiz bize ödev verirken;

“Çocuklar, süreniz bir hafta, gidin araştırın ve ödeviniz yapın gelin,” derlerdi. Biz de bu ödevleri alır, elimize bir pusula gibi oflaya puflaya kütüphanelere doğru yol alırdık.

Verilen ödev, hangi kitapta yer alıyor diye kütüphane kataloglarını didik didik ederdik. Bulduğumuz kitapları raflardan özenle indirir ve sayfalarını çevirmeye başlardık.

Bazen iki, üç, bazen de dört kitap… Ödevin zorluğuna göre araştırdığımız kitap sayısı artardı. Okudukça öğrendiklerimizi zihnimizde harmanlar sonra da uygun bir üslupla kâğıda dökmeye çalışırdık. Kitaplarda bulamadığımız bilgileri ise arkadaşlarımıza sorar, onlardan da öğrenmeye çalışırdık.

O zamanlar ne Google amca vardı. Ne de cebimizde taşıdığımız bir kütüphane. Bilgiye erişmek zordu ama kıymetli ve kalıcı olurdu.

Kütüphanelerde saatlerce vakit geçirir, sayfaları çevirirken adeta bir hazine avına çıkar gibiydik. Her kitap, yeni bir dünyaya açılan bir kapıydı ve biz de bu kapılardan içeri girip keşfetmenin heyecanını yaşardık.

O zamanlar bende anlayamamıştım. Öğretmenlerimizin verdiği ödevleri öğrenmek amacıyla hazırladığımızı düşünüyordum. Şimdi daha iyi anlıyorum. Kütüphaneleri arşınlayarak yapılan ödevler sadece not almaktan ibaret değilmiş.

Yaptığımız ödevler sadece bilgimizi geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda araştırma ruhumuzu da beslemiş.

Bilmediğimiz konuları öğrenmek için çaba göstermişiz, farklı kaynaklara danışmışız ve merak duygusunu canlı tutmuşuz. Bu sayede, eleştirel düşünme becerilerimizi de geliştirmişiz.

Ödevleri sadece bireysel bir çalışma olarak değil, arkadaşlarımızla paylaşarak birbirimize öğretme ve öğrenme fırsatı yaratmışız.

Birlikte çalışarak arkadaşlık ruhumuzu pekiştirmişiz, dayanışmayı ve ekip çalışmasını öğrenmişiz. Farklı bakış açılarını dinleyerek ve fikir alışverişinde bulunarak paylaşmanın önemini kavramışız.

“Akıl aklından üstündür” düşüncesiyle hareket ederek, her zaman en iyisini bulmaya çalışmışız. Birbirimizi motive ederek tatlı bir rekabet ortamı yaratmışız ve bu sayede kendimizi geliştirmeye devam etmişiz.

Özetle, ödevlerimiz sadece öğrenme açısından değil, aynı zamanda bize kişisel ve sosyal açıdan da birçok kazanım sağlamış. Bu kazanımlar, gelecekteki çalışmalarımızda ve hayatımızın her alanında bize rehberlik yapmış.

Biz o günlerde bilgiye ulaşmaya çalışırken güzel Türkçemizi daha da güzelleştirmeyi öğrenmişiz.

Şimdi düşünüyorum, acaba o zaman öğretmenlerimizin verdiği ödevler sadece o konu hakkında bilgi sahibi olmak amacı ile mi verilmişti, yoksa o araştırmalar bizim akranlarımız arasında samimi bir birlikteliğin katalizörümü olmuştu?

O zamanlar, şimdinin imkanlarına sahip değildik. Elimizde Google amca yoktu, cebimizde telefon da bulundurmuyorduk. Bu nedenle iletişim kurma şeklimiz de farklıydı.

Kısa ve öz cümleler yerine, anlam dolu ve uzun cümleler kullanarak kendimizi ifade ediyorduk. Bu durum, paylaşımı da teşvik ediyordu. Tek başımıza değildik, her zaman etrafımız akranlarımızla dolu olurdu. Sokaklar cıvıl cıvıldı, hayatın her köşesinde bir hareketlilik hakimdi.

Bilgiye kolay kolay ulaşamazdık ama ulaştığımızda değerini bilirdik. Teknoloji bize bağımlıydı.

Ben o zamanlar öğretmenlerimin bana verdiği ödevi, sadece bir ödev olarak görmüştüm ama verilen ödevin arkasında paylaşmanın yattığını, fikir alışverişinin yattığını, araştırarak öğrenmenin kalıcı bir öğrenme olduğunu yıllar sonra öğrendim. Ben yıllar sonra öğrendim, siz şimdi öğrendiniz.

 

Editör: Nigar KAYA

Baş Editör: Elif ÜNAL YILDIZ 

Yazarın Diğer Yazılarını Okudunuz mu?

OKUMAK

 

 

 

 

 

Yorumlar (2)

  1. Yıldız Tek Gamlı
    • 12/04/2024

    Teknolojinin gelişmesinde sorun yok hocam mesele onu ne için kullandığımızda, nasıl kullandığımızda...

    • 12/04/2024

    Yüreğinize sağlık Kitaplarımda ben de değinirim hatta şöyle bir sözüm vardır "en kalabalıktaki en yalnızım" O zamanlarda hepimizin ayrı odası da yoktu. Aile bir soba etrafında herkes bir aradaydı ama şimdi öyle mi herkes kendi odasında kendi sanal dünyasında. İşin ilginci gençler bu hallerinden çok memnunlar ve adeta bizlere acımaktalar nasıl bir gençlik yaşamışız diye..bize göre biz daha mutluyduk ve sokaklarda mutlu olan son nesiliz. (AzeM C..)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakan DİNÇAY

Fısıldayan Kalemler Editörü ve yazarıyım. 1965 yılında Malatya’da doğdum. Ankara’da ilk, orta ve lise öğrenimini tamamladım. Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümünü 1990 yılında bitirdim. Okulu bitirdikten sonra Türkiye İstatistik Kurumunda (TÜİK) 6 yıl çalıştım. Kuleli Askeri Lisesi’nde Bilgisayar alanında kısa dönem olarak askerlik yaptıktan sonra; bir kamu kurumunda bilgi işlemci olarak çalıştım. Aynı kurumda çalışırken ODTU Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde eğitim aldım. Gazi Üniversitesi İlkokul Öğretmenliği Bölümü’nde eğitim aldım. Kısa süreliğine Amerika Birleşik Devletleri’nde kaldım. Eşim Danimarka Kopenhag Üniversitesi’nde çalışmalar yaparken eşime yardım amacıyla Danimarka’da kaldım. Öğretim görevlisiyim. Spor yapmayı ve satranç oynamayı severim. Halen bir kamu kurumunda bilgi işlemci olarak çalışmaktayım; Doç Dr.Arzu ALTUNKAYA DİNÇAY ile evli ve Meryem Melisa adında bir kızım bulunmaktadır.