Artık İstememe Sanatı

Artık İstememe Sanatı

Artık İstememe Sanatı

İtiraf etmeliyim: sevilmek istediğimi hatırladığım son günü tam çıkaramıyorum. Tarihi, hava durumunu, üstümdeki ceketin kesimini bile

hatırlayabilirim belki; fakat içimde o eski, ısrarcı talebin tam olarak hangi gün söndüğünü söyleyemem. Sanki bir musluk, kimsenin fark etmediği bir gecede kısılmış da ben ertesi sabah suyun hâlâ aktığını varsaymışım. Ses gelmeyince anladım: musluk zaten çoktan kapanmış.

Bazı anılarımın üzeri tül gibi ince bir tozla kaplıdır; yakından bakınca tozun altında küçük bir sitem yatar. O sitem, kimsenin kabahatini saymayan türdendir; daha çok, “bunu halledebilirdik, ama halletmedik” diye fısıldar. Bir arkadaş buluşmasında söylenmemiş bir cümle, geri dönülmeyen bir telefon, “konuşuruz” denilip konuşulmayan bir mesele. Birikince, adları yoktur onların; isimlendirmeyi hak etmeyecek kadar önemsiz görünürler. Fakat bir gün yüklerini tartarsınız ve şaşırırsınız: bütün hayat bu küçük ihmal kırıntılarının ağırlığıyla bükülmüş.

Zamanla şunu fark ettim: Ben kırılmayı, onarmaktan daha sessiz buluyorum. Belki yanlış; ama tecrübem bu. Bir şeyin kırıldığını kabul ettikten sonra, elim gitmiyor bantlara, tutkallara. “Dursun,” diyorum, “böyle de anlaşılır.” Çünkü kırığı bir kez sakladığınızda, ondan sonra her görüşmede onu tekrar saklamak zorunda kalıyorsunuz. Saklamaktan yoruluyor insan; kırıkla yaşamaktan değil.

Eskiden, sevginin kırığı unutturacağına inanıyordum. Şimdi, sevginin kırığı sadece görünmez kıldığını düşünüyorum. Bir süre. Sonra, ilk fırsatta, eski yerinden sızıyor. “Buradayım,” diyor, “beni saymadan hiçbir hesap doğru çıkmaz.” Ben de saymayı öğrendim. Ve bir gün, hesap defterini kapattım.

Şunu söylemek isterim: Ben kimseyi suçlayamıyorum. Sebep bulmak mümkün ama faydasız. İnsanların gecikmeleri vardır, kendi haklı sebepleri; evlerin dar koridorları gibi, bir odaya girerken diğerine çarparsınız. Yine de içimde küçük, kibar bir sitem kımıldar: Her şey halledilebilirdi. Biraz daha dikkat, biraz daha vakit, biraz daha cesaret… Fakat işte, kimsenin fazladan “biraz”ı kalmadığında, meseleler mümkün olmaktan çıkar. Ben bunu geç anladım.

Bana bazen “neden geri çekildin” diye soruyorlar — soranlar hâlâ soruyorsa demek ki geri çekildiğimi görmemişler. Veya görmek istememişler. Geri çekilmek gürültüsüz bir iştir; kapıyı kilitlemez, yalnızca içeriden sürgüyü indirir. Gelen varsa kapıya kadar gelir; tıklatır, bekler; sonra kendi kendine, “burada kimse yok galiba,” deyip gider. Kırgın değilim. Fakat bir sabah, aynaya bakıp “sen artık birine kapı açamayacaksın,” dediğimde, içimde beklenmedik bir hafifleme oldu. Kapı açıkken üşüyormuşum meğer.

Bir başkasının gözünde doğrulanmayı uzun süre önemsedim. İnsanın kendini kendi gözünde sabitlemesi güçtür; bir bakış gerekiyor, bir soru, bazen sıradan bir onay. Yıllar içinde, bu küçük bakışların siyasetini öğrendim: Kimi bakış, bir şey ister; kimi bakış, bir şey verir; kimi de hiçbir şey yapmaz ama gene de kalbin düzenini bozar. Verdiğini geri ister, istemediğini üstünüze yıkar. Bir gün, bakışlarla aramda — adını koyamayacağım — bir yorgunluk belirince, “artık bakmayalım,” dedim. Dünyanın suskunluğu, ilk defa kabalık gibi gelmedi.

Kendimi, hevesleri kırmadan söndüren bir lamba gibi görür oldum: Bir odada ışık lazımsa yanarım, kimse yoksa beklerim. Fakat bir süre sonra, kimsenin odaya uğramadığını fark ettim. Odanın boşluğuyla konuşup durmak, lambayı yormaktan başka bir işe yaramıyordu. Sonunda düğmeyi kapadım. Karanlığa alışmak, sandığım kadar zor değildi.

Aşk denilen meseleye gelince — onu benden daha iyi anlatan insanlar var; ben yalnızca şunu söyleyebilirim: Bazı kalplerin taşıma kapasitesi sınırlıdır. Kaldıramadıkları zaman düşürmek istemezler; o yüzden almamayı seçerler. Benim kalbim, uzun vadede, almamayı seçti. Bunu bir beceri gibi anlatmıyorum. Daha çok, artık yapamadığım bir hareketin yerine başka bir hareket koymak gibi. “Koşamıyorum,” diyenin yürümeye karar vermesi. “Yürürüm,” dedim kendime, “yeter ki düşmeyeyim.”

Günlerim birbirine benzemeye başlayınca değil, farklılıkları ortadan kalkınca rahatladım. Önceden, bir umut kırıntısı görür gibi olsam, hemen üstüne giderdim; belki bir söz, bir buluşma, bir kahve… Sonra, “bunu konuşuruz” denirdi ve konuşulmazdı. Ben de, “demek bu konuşulmayacak şeylerden,” diye not alır, defteri kapatırdım. Notlarımın sayısı artınca fark ettim: Defter, konuşulmayanlarla dolu. Bir gün defterin kapağını söküp atmak geldi içimden; sonra vazgeçtim. Dursun; geçmişe dair hafif bir öğretmenliktir o defter. Ara sıra açar, “bunu da halledebilirdik,” der, kapatırım. Sitem budur: Kısadır, höykürmeden fısıldar, bana yettiğini bilirim.

Ailemle konuşmalarımda da benzer bir hava var. Onlar beni hep “halledici” sandılar; arıza çıktığında düğmeye basıp sistemi resetleyecek kişi. Oysa çoğu sistem bozulmaz — yorulur. Yorgun bir sisteme reset atmak, onu kısa süreliğine canlı gösterir; fakat çarklar aynı hızla yine ısınır, yine durur. Bu yüzden ailemin bazı beklentilerini üçüncü tekilde dinler gibi oluyorum: “Yaparsın,” dediklerinde, sanki başka birinden söz ediyorlarmış gibi. Bir keresinde “yapmamayı denesem?” dedim usulca. Bunu anlayan olmadı. Anlaşılmamak incitmedi; yalnızca böyle bir dünyanın ölçüsünü verdi bana.

Dostluklar… Eşya gibi yaklaşılmasından hoşlanmadığımı geç öğrendim. Hep yerinde dursun, hep aynı işlevi görsün istenir ya; bir gün sehpa, bir gün merdiven gibi kullanılır. “Şimdilik merdiven, sonra yine sehpa.” Ben bu dönüşümlerin ne zaman başladığını hatırlayamıyorum. Bir sabah, üzerime konmuş bir kahve bardağıyla uyandım — mecazen; ama his aynen böyleydi. “Beni böylece kullanmaları, benim de kendimi böyle kullanmama izin vermem yüzünden,” dedim ve o günden sonra yüzeylerimi boş tuttum. Üstümde bir şey taşımazsam, kimsenin beni sehpa sanmayacağını düşündüm. Çoğu zaman işe yaradı.

Birini sevmenin, onu korumakla aynı şey olmadığını öğrenmek için geç kaldım. Sevmek, bazen korumayı, bazen de geri çekilmeyi gerektiriyor. Bir gün, sevdiğim birine “seni korumak için uzak kalacağım,” dedim. Bunu bir özür gibi değil, durumu olduğu gibi anlatmak için söyledim. “Anladım,” dedi. Anlamadı. Ben de üstelemedim. Çünkü bazen anlatmak, anlamanın önüne geçer; kelimeler çoğaldıkça gerçek küçülür. Sustuk. Şimdi geriye dönüp bakınca, ikimiz de kurtulduk: O, korunmaya ihtiyaç duymayan biri oldu; ben de korumaya gücü yetmeyen biri olduğumu kabullendim.

Sevilmeyi istememek, bir süre için insanı özgür kılıyor. Sonra, özgürlükle yalnızlık arasındaki çizgi silikleşiyor. Bu silikleşmenin yerini bulmak kolay değil. Ben bir yönteme başvurdum: Hayatımda hiç kimseye yer açmadığım günlerin sayısını takvimde işaretledim. Üç, beş, on… Sayılar arttıkça, içim hafifledi. Yer açmamak kibirli bir jest değil; daha çok, bozuk bir kilidi zorlamamak. “Kapı yine sıkışacak,” dedim, “o halde çekmeyelim.” Nitekim kapı, dokunmadıkça uslu.

Kimi geceler eski mesajlara baktığım olur. Silinmiş konuşmaların yerinde gri bir çizgi, “artık erişilemiyor,” yazar. Bu ifade, şaşırtıcı biçimde teselli edicidir. Erişilemeyen şeylerin huzuru başka; sorumluluğu yok, takibi yok. Erişilebilirlik çağında erişilemez olmak, insanı kendi içine çeker. “Buradayım,” dersiniz, “ama her yerde değil.” O sınırlamayı kendi elinizle koymanın sakin bir gururu var. Kimseye ilan etmeye gerek yok; o, ilan edildikçe aşınan bir gururdan değil.

Ben artık plan yaparken “nasıl hissederim?” sorusunu sormuyorum. Bunun yerine “buna dayanır mıyım?” diyorum. Dayanıklılık, hissin önüne geçtiğinde, kalp iç düzenini değiştiriyor. Önceden hissi merkeze alır, dayanıklılığı dış halkaya yazardım; şimdi tam tersi. Bu nedenle, sevilme ihtiyacı listemde aşağıya doğru indi, sonra sayfanın dışına düştü. Aramadım. Düşen şey bazen yerini kendi seçer; bakarsınız, orada durmak istiyordur.

Benden bir reçete bekleyenlere söyleyebileceğim tek şey şu: Cevaplar, çoğu zaman soruların yorulmasını bekler. Soru yorulduğunda, siz de artık ona cevap verme ihtiyacı duymazsınız. “Sevilmek istiyor muyum?” sorum yoruldu. Bir gün baktım ki, sorunun kendisi ağır, cevabı gereksiz. O günden sonra, sevginin bana ayırdığı koltuğa oturmadım. Boş kalsın istedim. Boş bir koltuk, kimseyi beklemediğini, kimseyi reddetmediğini gösterir. Bazen misafirliğin en zarif biçimi, kapıyı aralık bırakıp odadan çıkmaktır.

Küçük bir sitemim hâlâ var: Her şey, gerçekten, halledilebilirdi. Fakat insanların gündelik cesareti azdı; benimse gündelik ısrarım. Ben de ısrar etmeyi bıraktım. Bu bir büyük vazgeçiş, evet; ama alçak sesle oldu. Kimsenin kulağını çınlatmadı. İçimdeki bir çekmeceyi kapatıp anahtarı çekmeceye bıraktım. Anahtarı saklamadım; çünkü bir gün birinin çekmeceyi açmaya niyet edeceğini sanmıyorum. Bu, kimseye küslüğümden değil; yalnızca, kimsenin buna ihtiyacı olmamasından.

Bazen, uzaktan bir kahkaha duyarım — sokağın bir yerinde, benimle ilgisi olmayan. Eskiden, “biri beni çağırıyor olabilir,” diye düşünürdüm. Şimdi, “iyi ki dünya kendi kendine eğlenebiliyor,” diyorum. İnsan kendi neşesinin sorumluluğunu almayı bıraktığında, başkalarının neşesine daha geniş yer açılıyor. Benim için bu, az rastlanan bir ferahlık: Artık hiçbir yerde “benim için bir sandalye ayırdınız mı” diye sormuyorum. Ayırmadılarsa da mesele değil; ayırdılarsa da oturmayacağım.

Bir gün, yeni tanıştığım biri, bütün bu sözlerimi dinledikten sonra “peki hiç mi istemiyorsun?” dedi. “Hiç” kelimesi, benim sözlüğümde özellikle boş bırakılmış bir sayfadır; oraya bir şey yazmanın sakıncalı olduğu kanaatindeyim. “Şimdilik,” dedim. O da başını salladı. “Şimdilik” kelimesi, insanların vicdanını rahatlatır. Benimkini de rahatlattı. Fakat ikimiz de biliyorduk: Bazı şimdikler, ömrün geri kalanına sızar.

Rüyalarımda bazen eski hâlimi görürüm. Kalabalık bir odada, herkes konuşurken, ben birinin dudaklarının kıpırdadığını izlerim. Ne dediğini duyamam; ama duymak isterim. Rüyada bile, duymaya çalıştığım an uyanırım. Bu, çok eski bir alışkanlık: Tam duymak üzereyken vazgeçmek. Belki kendimi böyle korudum. Belki de böyle eksilttim. Hangisi olduğunu bilmiyorum. Bilmemenin bana iyi geldiğini yeni yeni fark ediyorum.

Gün bitip evin ışıkları sönünce, mutfağa gidip su içerim. Bardaktaki suyu her gece aynı yere koyarım; sabah bulayım diye değil, akşam yerinde bulayım diye. Bu küçük tedbir, aklımı rahatlatır. İnsan, elde tutabileceği su kadar güven ister. Benim güvenim artık küçük bardaklara sığıyor. Büyük sürahiler taşar; ben dökmek istemem. Bardağımdan memnunum.

Son olarak şunu ekleyebilirim: Sevilmeyi istememek, kimseyi sevmeyeceğim anlamına gelmiyor. Sadece, sevgiyi bir iş sözleşmesi gibi okumaktan vazgeçtiğimi gösteriyor. Kimseye görev vermiyorum, kimseden görev kabul etmiyorum. Varsın sevgi, kendi ikliminde, kendi rüzgârıyla gelsin, giderse gitsin. Ben kapı eşiğinde beklemeyeceğim. İçerisi zaten sakin; dışarısı, olduğu gibi kalsın.

Eğer bir gün yeniden istersem — bilin ki bu, dünyanın düzelmesi yüzünden değil; benim dayanıklılığımın yerini değiştirmem yüzünden olacaktır. Şimdilik, dayanıklılığımı burada tutuyorum: küçük bir sitemin gölgesinde, büyük bir vazgeçişin dinginliğinde. Ve dürüst olmak gerekirse, bu düzen bana iyi geliyor. Sevilmek artık gerekli değil; çünkü nihayet, sevilmediğim hiçbir yerde eksik kalmadığımı öğrendim. Bu bilgi, yüksek sesle söylenmez; söylenirse başka bir şeye dönüşür. Ben de susuyorum. Susmanın içinde, kendime tam gelecek kadar yer var.

 

Yazar

Şeyma SALTIK

Genel yayın yönetmeni: Elif ÜNAL YILDIZ 

Yorumlar (2)

  1. user2744727218
    • 4/11/2025

    Çok güzel bir yazı olmuş gerçekten emeğinize sağlık

  2. Harika bir yazı harika bir gözlem bunları bu yaşta fark etmen üzücü...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şeyma Saltık

Şeyma Saltık, 2000 yılında Bursa’da doğdu. Radyo, Televizyon ve Sinema eğitimi aldı. Yazılarını çoğunlukla içsel hesaplaşmalar, kadın kimliği ve toplumsal baskılar üzerine kurar. Kurmaca ve deneme türlerinde üretmeyi sürdüren Saltık, gündelik hayattaki görünmeyen duyguları kelimelere taşımayı, bireysel olanla toplumsal olan arasında bir köprü kurmayı amaçlar.