BİR EL BİR UMUT
- Yazar: Nurhan Habibe
- 9 Mart 2025
- 17 kez okundu

BİR EL BİR UMUT
Sokaklar suskundu. Ama bu suskunluk huzurdan değil, insanların birbirine duyarsızlığındandı. Kimse başkasının acısını görmek istemiyor, göz göze gelmemek için başını eğip yürüyordu.
Mehmet, her sabah olduğu gibi, eski püskü ceketiyle sokakta ilerlerken içini kemiren o rahatsız edici sessizliği yine hissetti. Gözleri, köşede büzülmüş yaşlı adamın üzerindeydi. Adamın yanında paslı bir teneke kutu duruyordu. İçinde birkaç bozuk para vardı ama yetmeyeceği belliydi. İnsanlar yanından geçip gidiyordu. Kimisi göz ucuyla bakıyor, kimisi hiç görmemiş gibi yapıyordu.
Mehmet içini çekti. Gidip adama yardım etmek istedi ama cebinde sadece akşam yemeğine yetecek kadar para vardı. Bir an tereddüt etti. Sonra kendi vicdanının sesini susturmak ister gibi başını eğip yoluna devam etti.
Ama birkaç adım sonra içindeki sesi daha fazla bastıramadı. “İnsanlık ne zaman bu kadar taşlaştı?” diye sordu kendine. “Ben de mi onlar gibi oluyorum?”
Geri döndü. Cebindeki parayı yaşlı adamın kutusuna bıraktı. Adam başını kaldırdı, yüzünde derin çizgiler vardı. Yorgun ama minnettar bir gülümsemeyle baktı Mehmet’e. Gözlerinde, belki de uzun zamandır görmediği bir sıcaklık vardı.
Mehmet o an anladı. İnsanlık büyük hareketlerle kurtarılmıyordu. Küçük iyilikler biriktiğinde uyanıyordu vicdanlar. Ve vicdan haykırdığında, insanlık gerçekten uyanıyordu.
O günden sonra Mehmet, gördüğü her adaletsizliğe karşı susmamaya karar verdi. Bir insanın vicdanı uyanırsa, belki bir gün tüm dünya da uyanırdı.
Mehmet, yaşlı adamın gözlerindeki minnettarlığı gördükçe içindeki ağırlığın hafiflediğini hissetti. O gün, bir şeylerin değişmesi gerektiğini anlamıştı. Sadece kendi hayatında değil, başkalarının hayatında da.
Yoluna devam ederken kafasındaki düşünceler birbirine karışıyordu. İnsanlar neden bu kadar duyarsızlaşmıştı? Sokakta yatan birine yardım etmek, aç bir çocuğa bir lokma vermek, suskun bir insanı dinlemek neden artık gereksiz görülüyordu? Oysa insan olmanın özü buydu.
O akşam evine döndüğünde, televizyonu açtı. Haberlerde yine savaşlar, açlık, adaletsizlik vardı. Bir an, ekrandaki görüntülerle sabah gördüğü yaşlı adam gözlerinin önünde birleşti. Evet, dünyanın büyük sorunlarını tek başına çözemezdi, ama en azından etrafında gördüğü haksızlıklara kayıtsız kalmamayı seçebilirdi.
O günden sonra Mehmet’in hayatında küçük ama önemli değişiklikler başladı. Sokakta gördüğü her insanı gerçekten görmeye çalıştı. Onların gözlerinin içine baktığında, sessiz çığlıklarını duymaya başladı. Kimisi açtı, kimisi yalnızdı, kimisi sadece bir çift güzel söz duymak istiyordu.
Bir gün, parkta otururken bir çocuğun çöpleri karıştırdığını fark etti. Çocuk kir pas içindeydi, ayakkabıları yırtıktı. Bir an göz göze geldiler. Çocuğun gözlerindeki çaresizlik Mehmet’in yüreğini sıkıştırdı.
Yanına gitti. “Adın ne?” diye sordu.
Çocuk ürkekçe, “Ahmet,” dedi.
Mehmet diz çökerek onunla aynı hizaya geldi. “Ahmet, aç mısın?”
Çocuk başını eğdi, cevap vermedi ama Mehmet gözlerinden anlamıştı. Cebinden çıkardığı parayı değil, elini uzattı. “Hadi, gel. Birlikte bir şeyler yiyelim.”
Ahmet önce tereddüt etti, sonra elini uzatıp Mehmet’in elini tuttu. O an, Mehmet bir şey fark etti: İnsanlığı uyandırmak için büyük devrimler gerekmiyordu. Bazen bir el uzatmak, bir gözyaşını silmek, bir karın doyurmak yeterliydi.
Ve o günden sonra Mehmet için her yeni gün, vicdanını biraz daha haykırmak, insanlığı biraz daha uyandırmak için bir fırsattı.
Mehmet ve Ahmet, küçük bir lokantaya girdiler. Sıcacık bir çorba geldi önlerine. Ahmet önce çekingen davrandı ama Mehmet’in içten gülümsemesi onu rahatlattı. İlk kaşığı aldıktan sonra gözlerindeki korku yavaş yavaş yerini güvene bıraktı.
“Senin ailen nerede Ahmet?” diye sordu Mehmet, nazikçe.
Ahmet başını eğdi, çorbasına baktı. “Annem hastaydı… Onu kaybettik. Babam bizi terk etti. Kardeşimle birlikte sokaklarda kalıyoruz.”
Mehmet’in içi burkuldu. Sadece bir çocuktu Ahmet, ama hayat ona şimdiden çok ağır gelmişti.
“O nerede şimdi?”
“Beni bekliyor. Ona da yemek götürmeliyim.”
Mehmet, cebindeki paraya baktı. Ahmet ve kardeşi için daha fazla yapabileceği bir şey olmalıydı. Lokantanın sahibi yıllardır tanıdığı biriydi, yanına gidip kısa bir konuşma yaptı. Döndüğünde Ahmet’e gülümsedi.
“Bundan sonra buraya her geldiğinde karnın doyacak. Kardeşin de.”
Ahmet’in gözleri kocaman açıldı. “Gerçekten mi?”
“Evet, ama bir şartla.”
Ahmet heyecanla başını salladı.
“Büyüdüğünde, ihtiyacı olan başka birine sen yardım edeceksin.”
Çocuğun gözleri doldu. İlk kez biri ona bir gelecek vaat ediyordu. İlk kez biri ona güveniyordu.
Mehmet o gün anladı ki vicdan, sadece hissetmek değil, harekete geçmekti. O tek başına dünyayı değiştiremezdi, ama bir çocuğun hayatını değiştirebilirdi. Ve belki, o çocuk büyüyüp bir başkasına yardım ederdi. Böylece insanlık, yavaş yavaş uyanırdı.
Mehmet, Ahmet’i kardeşinin yanına götürdüğünde, gökyüzünde soluk ama umut dolu bir güneş belirdi. İnsanlık henüz tamamen uyanmamıştı, ama bir yerlerde, bir vicdan haykırmıştı. Ve bu, bir başlangıçtı.
Mehmet, Ahmet ve kardeşiyle vedalaştıktan sonra eve doğru yürümeye başladı. İçinde tarif edemediği bir huzur vardı. O gece yatağına uzandığında, ilk defa o gün gerçekten “iyi bir şey yaptığını” hissetti.
Ama mesele sadece bir çocuğa yardım etmek değildi. Asıl soru şuydu: Kaç Ahmet daha vardı bu şehirde? Kaç çocuk, kaç yaşlı, kaç çaresiz insan, bir el uzatılmasını bekliyordu?
O gece gözlerini kapattığında, bir karar aldı. Vicdanını susturmayacak, sadece hissetmekle yetinmeyecek, harekete geçecekti. Belki tek başına dünyayı değiştiremezdi ama en azından kendi çevresinde bir fark yaratabilirdi.
Ertesi sabah, elinde bir defterle sokağa çıktı. Gördüğü insanları not almaya başladı. Yardım edebileceği kimler vardı? Nereden başlamalıydı? Günler geçtikçe fark etti ki, iyilik bulaşıcıydı. Önce bir fırıncı, sonra bir mahalle esnafı, sonra birkaç komşu derken, küçük bir dayanışma ağı kuruldu. Artık sokak çocukları aç kalmıyordu, yaşlılar yalnız değildi.
Ve günün birinde, kapısı çalındığında, karşısında büyümüş, gözleri umutla parlayan Ahmet’i buldu. Artık bir yetişkindi. Yanında bir çocuk vardı.
“Bu Ali,” dedi Ahmet. “Benim gibi sokakta büyüyordu. Ama siz bana nasıl el uzattıysanız, şimdi ben de ona uzatıyorum.”
Mehmet’in gözleri doldu. Ahmet, yıllar önce verdiği sözü tutmuştu. İnsanlık belki bir anda uyanmıyordu, ama vicdan haykırdıkça zincirleme bir ışık yanıyordu. Ve o ışık, hiçbir karanlığa teslim olmayacak kadar güçlüydü.
Nurhan HABİBE
Editör: Nigar KAYA
Diğer Yazılarımı Okudunuz mu?