GÖÇ

GÖÇ

GÖÇ

“Sesler ve titreşimler”…

Sesli düşündüğüm ve tekrara düştüğüm akşamların birindeyim. “Sesler” diyordum kendi kendime ve ardından ekliyordum “titreşimler” i, bir ton daha sert bir üslup ile. İç sesim susmuyordu o akşam.

Yağmurlu bir gece. Hani bardaktan boşanırcasına diye tabir edilen o şaşalı cümlenin gerçekle buluştuğu bir zaman dilimi. Yağmur damlaları cama öylesine sert vuruyor ki adeta delip geçecek misali.

Evimize ateşin düştüğü dördüncü günün akşamındayız. Dağ gibi babamı uğurladık, yağmurun beslediği toprağa emanet ederek. Yenik düştü kalbine, en sevdiği çayı dudaklarıyla buluşturduğu o gece.

“Her hane bir kayıpla birlikte yeni göçler alır” derdi rahmetli babaannem.

Gözlerimiz kan çanağına dönse de, sus pus olmuş dillerimiz gideni geri getiremeyeceğini bilse de, bekliyorduk biz uzak yollardan gelecek olanları. Göç başlamıştı.

Kapı kenarına koyduğumuz bir çift ayakkabı biz konuşmasak da dilimiz olmuştu. Genele dair olan tüm vaziyeti resmediyordu.

Yağmur o gece sabaha dek durmadı. Sanki akıttığımız göz yaşlarına temsili bir misyon oluşturmuş gibiydi. Rüzgar ağaçları bir sağa bir sola büküyor, gövdesini adeta titretiyordu. Hava buz gibi soğuktu.

Bizimde ev ahalisi olarak gözümüze uyku girmiyordu. Uyumak, uykuyla buluşmak.

Ne mümkün…

Uğultu vardı hanemizin içinde. Dil dediğin susmuyordu, kalabalığın arasında çarpa çarpa dolanıyordu. Gruplar oluşmuştu evin içerisinde. Meğer ne kadar da çok anlatacak konuları vardı insanların. Ortak bir tarihte anlaşmış gibiydiler, bin bir konunun içerisinden geçerek delik deşik ettiler.

Düğünler ve cenazeler sanki bunun için gerektiler.

On yaş daha yaşlanan annem güçlü gözükmeye çalışıyordu. Ayakta zor durduğunun farkındaydım. Yüzüne yapıştırdığı o sahte tebessüm ile çevresine “iyiyim iyi olacağım” mesajını vermeye çalışıyordu. Ağlasaydı ya! Ağlayarak akıtsaydı içinde olan biteni. Lakin ağlamadı, ağlayamadı.

Sırtını sıvazlayarak sarıldım. Kayıp, kayıbın olduğuna inanmamaktı. İnanmıyorduk. Sanki kapı açılacakta babam yine o dağ gibi haliyle odaya girecek, o gür sesi ile “Hadi çayı koyun!” deyiverecek gibiydi. Keşke ama keşke deseydi.
Sesler ve titreşimler daha dün gibiydi. Babamın kokusunun her yere, duvara, kapıya ve dolaba sindiğini o gün tecrübe ettim.

Bizler gidiyorduk birer birer. Lakin ardımızda kalıyordu kokular ve temaslar. Yoktu ya! Yok olunca uzak olan yakındaydı sanki. Burnumuzun direği daha şimdiden sızlar gibiydi.

“Çekmedi çekmedi rahmetli!” diyordu odanın içindeki seslerden biri. Çekmemek ya da çekmeme hali sevinmemizi gerektiren bir durummuş gibi.

Günler sonra kalabalık elini eteğini çektiğinde suyun olmadığı yerde nefessiz kalan ve çırpınan balıklar gibiydik. Yokluk şimdi kendini göstermişti. Babam belki de günler sonra şimdi gitmişti.

Odalarımıza çekilmiştik. O gün ve sonrasında sessizlikle sarmalandık. Sanki sessizliğin kolları varmışcasına sarıldık, sarıldık, sarıldık.
İnsana dair olan iyileşme hali en doğal haliyle yakaladı bizi. Saçlarına ak düşen annem “Yeniden başlamalıyız” diyordu. Dilini alıştırıyordu.

Ayakkabıları kapı önünden almakla işe başladık. Evi tabiri caizse tam anlamıyla sabunlu sularla yıkadık. Su, her şeyi alıp götürür gibiydi. Yeniden başlamaya bir adım yaklaşır gibi.

Lakin sesler bitmedi. Uğultular dinmedi. Pencere pervazlarından süzülüyordu sanki dışardan içeriye uzanan yargıların sesi.
“Hem daha ne kadar olmuştu ki!” diyordu bizden olmayıp, dış kapının mandalı diye tabir ettiğimiz biri.
İnsanların ne kadar acımasız olduğunu o gün bir kez daha anladım. Bizi bizden iyi biliyorlar gibi hareket ediyorlardı. Bir başkasını bilebilmek mümkünmüş gibi.
Vakti, gelen vaktin içinde ezerek öldürürken, ilerleyen akşamların birinde ansızın çalan kapımızla neye dönüşeceğimizden habersizce irkildik. Kapı zili acı acı çalıyordu.
Kapıyı açtığımda akça pakça teni, yana taradığı ıslak saçları, boynunu sıkıca kavrayan kravatı ile memuru andıran bir genç duruyordu. Elinde eski bir valiz vardı. Şaşkın gözlerle bana bakıyordu.
Elini cebine götürdü, buruşturulmuş vesikalık resmi çıkarıp uzattı. Elime aldığımda buruşturulmuş kağıdı açtım. Açar açmaz ise babamla karşılaştım.

Hızlı geçişler yapan duygu halim karşısında bedenim ateş basmışcasına yanıyor, sonra aniden titreme nöbetine giriyordu. Yığılacak gibi hissettiğimde karşımdaki yabancı elini uzattı ve sol kolumu kavradı.

“Biz kardeşiz” dedi.
Tecrübe etmediğim bu kelime karşısında yabancılaşan bakışlarım tedirgindi. Yanan ışıklar ve aralanan perdeler arkasında birkaç çift göz tarafından dikizlendiğimizi hissettiğimde, karşımdaki yabancıyı içeri aldım ve kapıyı kapattım.
Kapattığım kapı sadece diğer tüm seslere değildi, aynı zamanda beni ben yapan tüm geçmişime idi.
Sahi ya! Ben kimdim?
Holün ortasında elinde valizle duran yabancının karşısında rahmetli babaannemin cümlesi kulaklarımda yankılandı yeniden.

“Her hane bir kayıpla birlikte yeni göçler alır.”

Kapı aralığından yorgun bakışlarını bize yönelten annem sessizce odasına girmiş ve kapısını kapamıştı. Bir sır perdesini yüklenmiş olduğu her halinden belliydi.

Bir bir kapatılan kapılar karşısında içimden dışarıya açılan ve teker teker kapatılmayan yeni kapılarımın olmasını o an o kadar çok isterdim ki. Lakin iri gözleriyle gözlerime odaklanan bu yabancı karşısında adeta nutkum tutulmuş gibiydi. Dudaklarım mühürlenmişti.
Salona geçtik ve yan yana oturduk. Elimde duran resimle öylece kala kalmıştım. Ne söyleyeceğimi nerden başlayacağımı bilmiyordum.

Bir süre sonra annem odasından çıktı ve yanımıza gelip ikimizin arasına küçük bir sandık bıraktı. Sağ elini omzuma koydu ve yorgun bakışlarla tekrar odasına gitti kapısını kapattı.
Yüksek sesler ve titreşimler bu defa içimdeydi, çığlıklara dönüşmeye ramak kala sandığı açtım ve içinden çıkan fotoğraflar ve mektuplara baktım. Bir dönemin kapalı kapılar ardında yaşanmış hikayesi vardı sandığın içinde. Babamın el yazısı ile yazdığı mektuplarda tüm gerçek açıklıkla ifade ediliyordu.

O gece annemin büyük acılara tanıklık ettiğini bir kez daha anladım. Tüm acılarını küçük bir sandığın içinde saklamıştı yıllarca. Yanımda duran yabancı, benim kardeşimdi. “Yabancı” kelimesi aslında ne kadar da manidardı.
Olan bitene olan tüm yabancılaşmanın bana ait olduğunu hissediyordum. Yabancı olan bendim. O sandığa ben girmeliydim ve tüm yaşamımı hapsetmeliydim. O gece yerimizden kıpırdamadan sabahı sabah ettik.

Ruhumuzun karmaşası bedenimize vurmuştu. Ellerimiz dahi buz tutmuştu. Kıpırdamadan duruyorduk, soluk alıp verişlerimizin sesi yankılanıyordu odada.
Sabahın ilk ışıklarıyla odasından çıkan annem, her yeni günün sıradanlığıyla mutfağa gitti ve ocağa çayı koydu. Öyle ya, onlara göre çayın demlenmesi bir yaşam belirtisiydi.
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı yeni sesler ve titreşimler oluşuyordu aramızda.
Kendine yabancılaşan, lakin başkasına yaklaşan.

“Göç” yer etmişti ruhumuza, bedenimize ve hanemize…

 

Ebru Zeynep DİŞİAÇIK

Editör: Nigar KAYA

Diğer Yazılarımı Okudunuz mu?

ZAMAN NASIL DA ÇABUK GEÇİYOR

Yorumlar (1)

    • 22/02/2025

    Kaleminize sağlık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ebru Zeynep Dişiaçık

1976 Istanbul Üsküdar doğumluyum. Ilk orta ve lise edebiyat bölümü tahsilimden sonra Anadolu Üniversitesi Açıköğretim fakültesi Halkla ilişkiler bölümünü bitirdim. Cocuklugumdan beri yazıya merakım varsa da 2015 yılında edebiyat öykü yarışmalarına katılmamla birlikte daha da perçinlendi. Arka arkaya almış olduğum dereceler ce başarılar sonrası hayalini kurduğum ilk kitabım çıktı. Kitaplarım sırasıyla Bir iki üç tıp, Kadife, Babamın Ayakkabıları, Aç Kapıyı. Çeşitli edebiyat dergilerinde öykülerim ve denemelerim yayınlanmış olup, halihazırda bir roman dosyasına çalışmakta olup yeniden bir öykü kitabı çıkartmayı hedeflemekteyim. Aynı zamanda Türkiye Yazarlar Sendikası üyesiyim. Kelimeler ve cümlelerin dünyasında gezinip okuyucunun hislerine tercüman olabilmek yazı serüvenimde en büyük amacım. Yazının iyileştirici gücüne inanıp yazmaya ve üretmeye devam etmek istiyorum. İstanbul'da yaşamaktayım ve iki çocuk annesiyim.