Zaman nasıl da çabuk geçiyor

Zaman nasıl da çabuk geçiyor

Zaman nasıl da çabuk geçiyor. Hey gidi hey! Daha dün gibiydi onunla tanışmam.

Değil mi? Çocuklar büyüyor. “Doğan büyür.” derdi annem.

Beş sene önceydi. Evlat edindiğimiz o gün hâlâ gözümün önünde. Çok taze.

Hangisi? Salıncaktaki mi? Kaydıraktaki mi?

Kaydırakta sıra bekleyen var ya! Turuncu tişörtlü. İşte o, beş sene önce ömrüme ömür kattı. Adı Hakan. Adını biz koyduk.

Çok şanslısınız. Bahtı güzel olsun inşallah. Ne de güzeldir çocuk sesi, şen kahkahaları. Keşke! Ama keşke…

Şeyy. Sizin çocuğunuz hangisi?

Burada yok ki! Kaybedeli iki sene oldu. Zor! Çok zor!

Ama burdasınız!

Son iki senedir her ikindi buraya atarım kendimi. Hem soluklanırım hem de içlenirim. Başkalarının çocuklarını izlemek iyi gelir bana. Fakat zordur da.

Elim ayağım şaştı şimdi. Ne diyebilirim ki! Allah sabır versin. Hem yeniden olur belki!

Kızım Ayşe’nin yerini doldurur mu ki!

Tıp oyununa dönmüştü ortalık. İki kadın kendini uzun süreli bir sessizliğe bırakırken dalgın bakışlar ve iç çekişler sarmalamıştı ortalığı. Yutkunmak dahi zordu.

Plazadan fırlamış gibiydi Hakan’ın annesi. Alımlıydı ince beli ve kalçasına tam oturan dar eteği ile. Sarı saçlarını en tepeden toplamıştı, kısa olanlar ise kenarlardan çene hizasına doğru sarkmıştı. Belliydi mürekkkep yutmuştu, iyi okullarda okumuştu. Konuşması düzgündü. Her ifadesine iki eli de eşlik ediyordu, uyumluydu. Narince atmıştı bacaklarını birbirinin üstüne. Lakin dalgındı gözleri. Dalgın ve endişeli.

İki kadın, iki hikaye, iki…

Öyle korkuyordum ki bana alışamazsa diye! Hop oturup hop kalkarsın ya hani! İşte öyle. Her an avucunun içinden kayacak gibidir. Her an bu korkuyla yaşar durursun çaresizce. Ya giderse diye…

Olanı da olmayanı da büyük bir çaresizlik öyle değil mi? Varlık ve yokluk nasıl da acıtıyor insanı.

Senin yerine koyamam ki kendimi. Hissedemem seni. Üzülürüm, çok üzülürüm. Hepsi bu.

Senin yokluğunla benim yokluğum sence aynı şey mi?

Çocuğun olamayacak dediklerinde çok kızdım her şeye ve herkese. En çokta Tanrı’ya. Üstelik benden dolayı olmuyordu. Bu eksiklik yedi bitirdi beni yıllarca.

Ve evlat edinmeye karar verdiniz.

Evet, çaresizdik. Onun sevgisiyle ancak tutunabilirdim hayata.

Evladını toprağın altına vermek, üstünü örtmek, o soğuk yerde bırakıp gitmek, yaşıyor olmandan dolayı kendini suçlamak. Tarifi yok bunların. Dediğin gibi anlatsam da anlamazsın.

Acıların da üstünü örtmeyi öğreniyoruz bir şekilde. Sen de öğrenmeye başlamaya niyet etmişsin ki buradasın bak!

Yine uzun soluklu bir sessizlik kapladı iki kadının arasını. Gözleri buğuluydu. Dudaklarına sus mührü vurulmuş gibiydi ikisinin de.

Kayıp, bedenini de perişan etmişti genç kadının. Bırakmıştı kendini, belliydi. Siyah bir tişört vardı üzerinde ve bol bir pantalon. Öylesine boldu ki adeta içinde kaybolmak ister gibiydi. Kayıbının acısını üzerine resmediyordu belli ki. Siyahın karanlığından besleniyordu. Göz altları halka halkaydı. Yaşamak onun için hiç bu denli acı verici olmamıştı. Sigarayı yaren kabul eden, sararmış parmakları tüm acının belki de yegane kanıtı.

İki kadın da ufak ufak toparlanmaya başladılar. Hiç tanışmamış ve konuşmamış gibi sağa ve sola ayrıldılar.

Hakan koşarak gelmiş annesinin elinden tutmuştu. Diğer kadın ise ellerini cebine sokmuştu.

İki kadın, iki hikaye, iki…

Ayrı yöne giden adımları karar değiştirmiş gibiydi. Aniden döndüler yüzlerini birbirlerine.

Soldaki çocuğunun elini bıraktı. Sağdaki ise ellerini cebinden çıkardı. Gülümsediler çekimserce.

“Bir oyun oynayalım mı?” dedi sağdaki soldakine.

Başıyla onayladı ve “tamam” dedi.

“Başlıyorum” diye seslendi öteki.

Tilki tilki saatin kaç?

Tıp oyunu yine orta yere çöreklenmiş gibiydi.

Bu oyun! dedi, gözyaşlarına engel olamayarak.

Bu oyun! Bu-bu oyun kızımın en sevdiği oyundu. Ayağa kalkar ve “Annecim tilki tilki saatin kaç oynayalım mı?” derdi.

Sağdaki kadın bir ah çekerek tekrar seslendi.

Tilki tilki saatin kaç?

İkiiiiii! diye bağırdı kadın gözyaşlarını silerek, burnunu umarsızca çekerek.

Kadın iki adım attı. Gülümsemekten öteye geçmişti ikisinin de kahkahası.

Onları izleyen Hakan’ın şaşkın bakışları da cabası.

İki kadın, iki hikaye, iki…

Ebru Zeynep DİŞİAÇIK

Editör:Nigar KAYA

Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal Yıldız

Bu yazının bütünü yazarına aittir.

https://fisildayankalemler.org/

Yorumlar (1)

    • 27/12/2024

    Kaleminize yüreğinize sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ebru Zeynep Dişiaçık

1976 Istanbul Üsküdar doğumluyum. Ilk orta ve lise edebiyat bölümü tahsilimden sonra Anadolu Üniversitesi Açıköğretim fakültesi Halkla ilişkiler bölümünü bitirdim. Cocuklugumdan beri yazıya merakım varsa da 2015 yılında edebiyat öykü yarışmalarına katılmamla birlikte daha da perçinlendi. Arka arkaya almış olduğum dereceler ce başarılar sonrası hayalini kurduğum ilk kitabım çıktı. Kitaplarım sırasıyla Bir iki üç tıp, Kadife, Babamın Ayakkabıları, Aç Kapıyı. Çeşitli edebiyat dergilerinde öykülerim ve denemelerim yayınlanmış olup, halihazırda bir roman dosyasına çalışmakta olup yeniden bir öykü kitabı çıkartmayı hedeflemekteyim. Aynı zamanda Türkiye Yazarlar Sendikası üyesiyim. Kelimeler ve cümlelerin dünyasında gezinip okuyucunun hislerine tercüman olabilmek yazı serüvenimde en büyük amacım. Yazının iyileştirici gücüne inanıp yazmaya ve üretmeye devam etmek istiyorum. İstanbul'da yaşamaktayım ve iki çocuk annesiyim.