Feminizm..
- Yazar: Elif Ünal Yıldız
- 26 Eylül 2023
- 130 kez okundu
EMEĞE MUHTAÇ İNSANLIK
Hayatım boyunca sayısız insan tanıdım. Ay tenlerle, çarpık dişlerle, gözlüğün camları ardına sinmiş bakışlarla, karışarak düğümlenmiş saçlarla el ele tutuştum; her birini yüreğime kazırcasına öğrenmeye uğraştım. Avuç içlerindeki çizgilerinin desenini dahi aklımda tutmaya söz verdim, kalbimi verdim, emeğimi verdim. Var olmak emek ister, var olanı bilmek daha büyük emek ister. İnsan emek ister.
Tüm bu nice ruhları dikkatle izledim, anasının rahminden dünyaya yeni açılan bir yenidoğanın merakıyla hem de. Burunlarının kemeri değişik, bakışları dağınıktı; aynı yaratanın eseri olduklarından şüphe duyduracak bir alakasızlık hakimdi aralarında, farklılıkları inkar edilemezdi. Tüm bu tezatlığın içine düştüğümde hepsinde ortak olan yalnızca tek bir şey görebildim: Fark edilme arzusu. Fark edilmek, görülmek, bilinmek, değere binmek… En sessizi, en köşe bucakta kendi kendini oyalayanı bile ister bunu. Neden mi? Çünkü insan emek ister.
Bir insana emek göstermek şüphesiz çantada kekliktir. İhtiyacınız olan tek şey fitili ateşe verilmiş bir sevgi fişeğidir. Devamı ip söküğü gibi gelmesiyle bilinir. Peki ya insan neden emek ister? İnsana gösterilen emek nedir? Basit bir anlayış, medeniyetin getirisi bir saygı ve düşüncesizliğin yolunu kapatacak bir hassasiyetten ötesi çoğu ilişkide zaruri değildir ki. Fazlasına gerek yok, diye düşünürüm sık sık, beni elleriyle tutup çamura batırıp çıkarmasa yeter.
Beni çamura batırıp çıkaran çok insan tanıdım, pis muamelesi gördüm. Çoğu erkek arkadaşım beni aşağıladı, küçümsedi, tek başıma iki sokak ötede yol bulamayacağımı düşündü. Bir işe giriştiğimi söylesem batıracağım hatırlatıldı, yardım istemesem dahi hunharca teklif edildi, kendilerine muhtaç olduğum düşünüldü. Onların gözünde elinden iş gelmeyecek beceriksizin tekiydim hep; nedenini pek çok kez tahmin etsem de hiç öğrenemedim. Bir defasında birine spor yapmak, ağırlık kaldırmak istediğimi söyledim; gücün yetmez, dedi. Nedenini sordum, cevap alamadım. Yüzümü suçlu bakışlarıyla taradı, uflayıp pufladı, en sonunda ben bile zor kaldırıyorum, diyerek geçiştirdi, onun gücünün ve kuvvetinin niçin kendiminkini belirlemede kıyas niteliği taşıdığını anlayamadım.
Başka bir gün doğum günü kutlamak için evde toplanmıştık, henüz davetliler gelmeden yemek siparişlerini halletmeye çalışıyorduk. Pizzacıyı aramak gerekti, hemen atıldım. Tek bir erkek vardı aramızda, pizzacının numarasını tuşlamama kalmadan telefonu elimden kaptı. Ben konuşayım, dedi, telefonu kulağına götürdü. Anlamaz bakışlar fırlattım, beceremeyeceğimi söyledi. Bir erkeğin sipariş vermesi daha çok ciddiye alınırmış, öyle dedi. Omuz silkip masayı kurmaya gittim. Küçümsendiğimi iliklerime kadar hissettim.
Her birinin özünde ne denli soğuk ve kibirli olduğunu uzun yıllar boyu fark edemedim. Yüzlerinden çitileseniz çıkmayacak sırıtışları ve kendinden emin bakışları hep içten gelir, yüreğime belirsiz bir güven aşılardı. Gelgelelim, öğrendim ki tüm bu içtenlik ve güven palavrası, kendine fazla inançlı bir erkeğin kendiyle haddini aşacak kadar barışık olmasının doğurduğu rahatlıktı; ve bu lüzumsuz iç huzurun gebe olduğu tek bir şey varsa o da kibirdi.
Erkekler kibirlidir, bu onların fıtratında vardır. Önyargılı olduğumu, fazla genellemelerle masumların adını da lekelediğimi sanmayın sakın. Siz de eninde sonunda fark edeceksiniz, erkekler kibirlidir. En kibarının bile nezaketi; hassas, kırılgan ve ufacık gördüğü kadını koruma içgüdüsünden doğar; ve bir adamla biraz vakit geçirirseniz eğer, ağır kolilerinizi taşımayı, ağır kolileri taşımakta onlara yardım etmenize tercih edeceklerini görebilirsiniz. Kromozomlarında mı taşırlar bu kibiri? DNA’larını dizen genlerin yapısında mı vardır? Pek sanmam. Belki de kadınlar genelde erkeklerden biraz kısa olduğundandır. Bu kadını küçük görme huyu, ne de olsa erkeğin gözlerinize bakabilmesi için eğilmesi gerekir. Sürekli aşağıda kısacık kalmamak için parmak uçlarınızda kalıp omuzlarınızı dik tutarak varlığınızı diretmekten başka çareniz yoktur.
Feminizmi ortaya atan ilk isim Fransız filozof Charles Fourier oldu. Ona göre ne erkeğin eğilmesi, ne de kadının parmak ucunda durması şarttı; sorunu çözmek için iki tarafa da boylarını eşitleyecek topukları olan ayakkabılar giydirilmesi yeterliydi. 1837 yılında, odasının basık tavanından sarkan lambanın loş ışığında “feminisme” terimini kullanmayı akıl etti. Bu sözcük, o zamanlar adeta yepyeni ve fantastik bir lehçeden fırlamış gibiydi; ne de olsa kadınların iş hayatına atılmasına hala 60 sene vardı ve hemen hepsi eşinden gördüğü şiddetin doğurduğu morlukları titrek elleriyle kapamaya çalışıyordu. Fourier sonradan bu terimin önce Fransa’ya; ardından Hollanda, İngiltere ve ABD’ye yayılarak feminizm dalgalarına sebep olacağını öngörmüş müydü bilemem, fakat ortaya attığı bu kavramın, hatta belki de ideolojinin ne denli ses getirdiği tartışılmaz bir gerçek.
Fourier, sosyal gelişmenin tek yolunun kadınlara daha fazla özgürlük vermek olduğunu öne sürdü. Ataerkil düzene başkaldırı, Fourier’den önce Olympe de Gouges tarafından çoktan gerçekleştirilmişti. “İnsan Hakları” olarak adlandırılan fakat “Erkek Hakları” olmaktan öteye gidemeyen hakları protesto etti. Eğer kadının idam sahpasına mahkum olma hakkı varsa, diye söze atıldı, tribünden izlemeye de hakkı vardır.
19. yüzyılın sonlarına doğru birçok Avrupa ülkesinde, ABD’de ve Avustralya’da feminizm ayaklanmalarının ilk dalgaları başladı. Kanımca bunun sebebi Fourier ve Gouges’ten ziyade insanın emek istemesiydi. Her insan emek ister, emek bekler. Öyleyse bu emeği erkeklere altın tepside sunup kadınlardan saklamamızın sebebi ne?
Kadınlar çalışmak istedi. Siyaset ve politikada tıpkı erkekler gibi fikirlerini beyan edebilmek, onlarla eşit ücret almak ve üniversitede eğitim görebilmek için çırpındı. Kadınlar önce emek, sonra adalet istedi. Kendilerine layık görülmeyen emeğin erkekleri yücelttiğini görmek onların içindeki fark edilme arzusunu tetikledi. Kadınlar yeri geldiğinde öfkelendi ve parladı. Oysa buna bile hakları yoktu.,
Bazen “Kadınlar katlediliyor!” diye haykırıyorum, “Cinayete kurban giden erkekler de var.” cevabını alıyorum. ” Ama kadınlara pis eller sürülüyor, küçük kız çocuklarımızın ilk kanları parkta oynarken düşüp kanattıkları yaralarından değil, iğrenç heriflerin nefislerine hakim olamadan onlarla oynadığı ‘oyunlarda’ bacaklarının arasından damlıyor,” diye itiraz etsem de ” Tecavüz edilen erkekler de yok değil.” cevabıyla susturulmam uzun sürmüyor. Sanıyorum ki feminizm hakkındaki en yanlış algılardan biri, bunun erkeği aşağılayan bir yarışma ve anaerkil düzene teşvik edici bir propaganda olduğunun düşünülmesi. Feminizmin kadın haklarına dem vurduğu, kadını öne çıkarmayı hedeflediği doğru fakat buradaki amaç, erkeği sollamak olmadı ve hiçbir zaman olmayacak da. Kadınları öne çıkarmayı çalışıyoruz çünkü arkadalar. Dileğim, erkeklerle aynı hizaya gelebilmeleri. Fazlasına gerek yok, kadınlarımızı çamura batırıp çıkarmayalım yeter.
Kadın da fark edilmek istiyor, bu onun en büyük hakkı. Görülmek, takdir edilmek, saygı duyulmak ve en azından asgari miktarda sevgiye sarılmak her insanın en doğal ihtiyacı, ve kadın bir insan. Tekmelenmek, paspas misali yerlere serilmek ve üzerinden geçilmek,” ev hanımı ve anne” göreviyle sınırlandırılmak onun en büyük korkusu. Kadın ne olduğunun farkında ve değerini ona bile unutturmak isteyenlerle savaşıyor, bu yolda güç almak içinse bizlere, feminizmin destekçilerine ihtiyaç duyuyor.
Ben nispeten modern ve gelişmiş bir ortamda yetiştim, okulda ve sosyal hayatımda yaşadığım ufak cinsiyet arası sürtüşmeler kadın erkek eşitsizliğinin en kibar ve en hafif örneklerinden. İsterdim ki feminizmin savunmak zorunda olduğu tek şey, başarılarına dair küçümsenen ve alay edilen kadınlar olsun. Ne yazık ki durum sadece bundan ibaret değil. 2010-2020 yılları arasında, sadece Türkiye’de ve sadece 10 sene içinde 2534 kadın öldürüldü. Sayısız kadın, eşi ve erkek arkadaşı tarafından fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kaldı. Türkiye’de evliliklerin yüzde 42’sini 10 ile 16 yaş aralığındaki çocuklar oluşturuyor. Son 10 yılda şiddet, taciz ve tecavüz suçlarında 14 kat artış ortaya çıktı. Çalışmasına, okumasına, hatta sokağa çıkmasına dahi izin verilmeyen kadınlarımızdan bahsetmiyorum bile. Biliyor musunuz, az önce listelediğim onca veri bana feminizmle bağlantılıymış gibi bile gelmedi. Ne de olsa feminizm kadınla erkeğin eşit haklara sahip olması değil midir? Ben kadınların erkeklerden eksik kalmalarını değil, kadınların herhangi bir bireyden eksik kalmasına dem vurdum. Sanıyorum ki bırakın kadınların erkeklerle eşit haklara kavuşmaya, yaşamaya bile hakları yok.
Biz değişmedikçe bu durum değişmeyecek. Eşiniz tarafından devamlı olarak eziliyorsanız altında kalmayın. Arkadaşlarınızla dışarı çıkmak için sizden habersiz ülke dahi değiştirecek sevgilinizden izin almak zorunda hissediyorsanız ilişkinizi gözden geçirin. Babanız atletini bile giymeden sokaklarda dolaşırken sizin giydiğiniz etek “namussuzluk” oluyorsa kendinizi kurtarmaya bakın. Bir kadının susturulduğunu fark ederseniz onu susturanların dilini koparın, dudaklarını mühürleyin. İş hayatınızda başarılı olabileceğinize ihtimal vermeyen, sizi devamlı küçümseyen erkek iş arkadaşlarınıza inat o istediğiniz pozisyonu kapın. Üniversiteye gidip okumanızdansa evlendirilmeniz söz konusuysa size yardımcı olabilecek herkesle iletişime geçin. Sessiz kalmayın. Tırnaklarınla kazıyın. Sizi inatla görmeyenlere siz kendinizi gösterin.
Biz kadınlar emek isteriz. Biz kadınlar saygı isteriz. Değer görmeyi bekleriz. İmkan isteriz, inanç isteriz, ışık isteriz.
Karanlık evlerde mum ışığını aramayı bırakın, kendinize aydınlık bir gelecek hazırlayın.
Sevgiler…
Yazınızda demişsiniz "İnsan emek ister " diye o kadar önemli bir cümle ki bu. ... sizin de emeğinize sağlık yazınız çok açıklayıcı.
Çok güzel bir yazı olmuş kalemine yüreğine sağlık olsun
Çok güzel bir yazı olmuş kalemine sağlık
Ne kadar detaylı bir paylaşım olmuş. Günümüzün kadınlarının yaşamış olduğu bir gerçeği anlatmışsınız. Tebrikler👏