Çaylak Memure

Çaylak Memure

Çaylak Memure

Okulu bitirmenin heyecanını yaşıyordum. Bundan sonra ne yapmak gerektiğine dair bir öngörüm yoktu o zamanlar. Neden bu okullarda okudum? Sadece tek bilincim, ailemin okuyarak faydalı bireyler olabileceğimize dair yönlendirmelerinden mi ibaretti? Yoksa babamın adeta her gece, bu gün okulda neler oldu anlatın, yarına ödevlerinizi yaptınız mı, sorgulamaları için miydi bu emekler? Evde oturmak değildi amaç, bunu biliyordum. Ama farkında olmadığım şuydu; çalışmak nasıl olur? Nerelerde çalışılır? Başıma neler gelecek? Cevabını bilmediğim sorularla baş başaydım.

Ailemin öğrencilik yıllarında bana sunabildiği kısmen yeterli gelen olanaklarla, ekmek elden su gölden bir hayattı yaşadığım. Bundan sonrası için, olabilecekleri bilmemenin bana verdiği cesaret ve cahillik de cabası. Bu girişten sonra, hikâyemiz başlasın o halde. Buyurun Çaylak Memure’ ye.

Okuldan sonra edindiğim meslek Ziraat Mühendisliğiydi. Mesleğimin ülke için çok gerekli ve o zamanlar tarımsal üretim şimdiki gibi tarumar edilmediği için, oldukça saygın bir konumu vardı. Bu gün de gereksiz değil, tam tersine oldukça önemli bir uğraş. İğdiş edilmeye çalışılan diğer bazı meslekler gibi, şimdilerde üniversite puanı bile fazla yüksek olmayan Ziraat Mühendisliği; okul mezunları işsizler ordusunun kalifiye bile sayılmayan elemanlarındanmış gibi algılatılan, gereksiz bir meslekmiş gibi sunuluyor. Heyhat! Demek istiyorum ki, o zamanlar henüz ülkenin tarımını yıkıcı faaliyetler, yavaştan ve alttan alta yapıla geldiği için, durumun pek te farkında değildik. Ayrıca, bu meslek sahipleri, devletin bu işleri kotarmak üzere kurulan bakanlığında daha kolay iş bulurlardı.

Bu bakanlığın tam adını niçin yazmadığımı tercih etmeyişime gelince; çalışma hayatım boyunca adını, her yeni kurulan hükümet sırasında değiştirdiler. Bazen hayvancılıkla birleştirdiler, bazen aradaki “ve” bağlacını kaldırdılar. Bazen de, köy işleri ifadesini eklediler. Sonuçta, bu işleri yaparken de tahminen hazineden yediler. Kolay mı efendim?

Her yeni kurulan ya da kaldırılan müdürlüklere masa sandalye aldılar, yeni binalar tahsis ettiler, yeni kadrolara maaşlar da uydurdular. Neyse evlerden ırak! Ben sorumlu değilim. Nihayetinde ufak bir taşra teşkilatındayım dedim de, bu işten kendimi ayrı tutmayı başardım. Neme lazım, ben şimdiden masumiyetimi bildireyim de, Et Balık Kurumu’nu, Süt Kurumu’nu, Şeker Pancarı Üretim Birlikleri’ni falan benim kaldırdığımı zannetmeyin dostlarım.

Bu arada, bakanlık memuru olmayı nasıl başardım? Bir de, o konuyu irdeleyelim. İşe bakın ki, şansımdan mezun olmam, bakanlığın açtığı memuriyet sınavına son anda yetişti. Alnımın akıyla bu sınavı kazandım. Bir zamanlar bu ülkede adına çoğu zaman liyakat dedikleri, yeterlilik işe almada kullanılıyormuş. Demek ki, bir zamanların yakınılan eğitim sistemi, şimdikinden kat kat ilerideymiş. Düşünsenize, okul zamanı siyasetin hayhuyu içinde ayırabildiğim zamanlarda aldığım eğitim bile, bakanlığın sınavını kazanmak için yeterli olmuş.

Sınavı kazandım. Ondan sonra bekle dur! Neyi bekliyorsun, demeyin. Kolay mı bu işler? Devlet bakacak; in misin, cin misin kardeşim. Ya yıkıcı bir komünistsen ya da isyankârsan? Sadece emir alıp sorgulamadan yapanlardan mısın ya da hiç bir üretimde bulunmadan, sadece salla başı al maaşı’cılardan mısın? Hangisinin tercih nedeni olduğunu bilemedik, vallahi billahi.

Aradan üç aya yakın zaman geçti. Ben hala bekliyorum. Diyorum ki, kolay mı? Kütüğüne yazacaklar, oradan ilgili müdürlük memurlarını sahaya sürecek. Bu nasıl biridir, diye ahaliye sorulacak. Sizin bir bilginiz var mı kardeşim?

Bu yazıyı okuyan genç arkadaşlar, şaşırıp kaldılar tahminen. Şimdilerde, bu işler bilgisayarda bir düğmeye basılarak öğreniliyor. Ama o yıllarda devlet henüz otomasyona geçmemişti. Üstelik vatandaşına da pek güvenmezdi. Demeyin ki sanki şu anda çok güveniyor, hepimizi işe alıyor, üretim sahaları açıyor, güzel güzel. Ne yapayım öyle yapmıyorsa? O konuda da siz uğraşın bakalım; oturmayın poponuzun üzerine. Ben mi öğreteceğim her şeyi size? Birleşin gençler. Hakkınızı arayın bakayım. Ben biraz yaşlı sayılırım. Onu da mı ben yapayım?

Konuyu dağıtmayalım şimdi. “Oturduğun yerde rahat mı battı kuzum”, derler sonra. Neme lazım?

Babam baktı ki  iş uzayıp duruyor, bir gidip sorayım, dedi. Meğerse ilgili memur arkadaş işi tembelliğe vurmuş. Nasıl olsa, memuriyette yanlış yapınca hesap soran yok rahatlığıyla, evraklarımı sümen altı etmiş. O da ne ki demeyin. Eskiler bilirler.

Memurun önündeki masada deri kaplı, kocaman bir kitap gibi açılıp kapanan bir aparat bulunurdu. Evrak koymaya yaradığı gibi, vatandaşa memurun temsil ettiği devlet denilen kutsal kurumun ciddiyetini gözüne sokan bir hava verirdi. Kolay mıydı bu işler? Şimdi, geçenlerde televizyonda izlerken gördüm de, polis hakkını alamadığı için caddede eylem yapan işçilere ne diyordu? ” Biz size merkezde devletin ne olduğunu bir güzel anlatırız.” Merak ettim, merkezde ne yapıyorlar bunlar vatandaşa? Sümenleri acaba kafalarına kafalarına vurmak için mi kullanıyorlar?

Evraka müdahale etmesek, bunlar beni işe alınmış zannedip eve maaş bile göndermeye kalkabilirlerdi, Allah bilir. İşini iyi yapmayanla böyle maytap geçerler tabii. Ne yapayım? Onlar da düzgün çalışsalarmış.

Okurlar sıkıldılar sanki hafiften. İçinizden diyorsunuz ki, şu kız bir memuriyete kapağı ataydı da, kurtulsaydık şu dertten. Bir de aramızda kalsın, okuldayken kıyısından siyasete bulaştığım için, içimden bunlar beni işe almazlar, diyorum. Aldılar vallahi. Kesin yine iş bilmez bir memura rastladım zaar. O kısmı da karıştırmayalım şimdi.

Bende heyecan tavan yaptı. Gençler şimdilerde bu ifadeyi çok kullanıyorlar. Heyecan nasıl tavan yapıyor acaba? Demek ki, bir bildikleri var bu gençlerin. Bir de goygoy yapmak var. Ne demek diye oğluma sordum geçenlerde. Makara, mukara dedi. Allah akıl versin, ne diyelim şimdi?

Babam beni karşısına oturttu. Rahmetli, çok bilge bir insandı. Öğüdünü verecek tabii. Dedi ki; “Çocuğum, devlet dairesinde müdür diye bir makam vardır. Sen bilmezsin bu işleri. Bu müdürler, memurları bakanlıktan gelen emirlere göre bir hizada tutmaya yarar. Zaten unutma, memurun anlamı da emir alan demektir. Bir de, bu müdürlerin memurlar içinde ajanları vardır. Sağda solda müdürün hakkında konuşma. Seni gidip ona ispiyon ederler.” Ben hafiften tırstım tabii. Babama belli etmedim ama içimden, kardeşim biz nereye düştük, diyorum. Bu nasıl iş? Ben görevlerimi bu kadar entrika dolu bir düzende, ne ara yerine getireyim? Sonuç, tahmin ettiğiniz gibi yaklaşık bir ayda kıvama gelmiştim de, sırayla anlatalım; karışıklık olmasın.

Ben o kadar safım ki, ilk gün müdür beni sınav yapacak zannediyorum. Okuldaki gördüğümüz derslerden aradan seçme sorular soracak. Ne bileyim ben memur olmak için bilgili olmak gerekmediğini? Gerçi, Allah’tan anlamam uzun sürmedi de, rahata erdim tez elden.

İlk gün müdür dairede yoktu. Beni bir odaya aldılar. Masam falan yok henüz. Meğer masa tahsisi önemliymiş, sonradan öğrendim. Hele ki koltuk! Aman da aman! Hatta devlette bir koltuk kapmak diye atasözü bile var dostlar.

Odada üç tane kadın memure vardı. Birinin önünde nal gibi bir daktilo… Ama hizmette değil sanki. Arasına kopya kâğıdı koyulmuş iki sayfayı silindire geçirmişler, göreve hazır bekletiyorlar. Hani ara sıra da olsa, bir iş gelirse hemen bitirsinler, bir de kâğıt takmak için zaman harcanmasın. Vatandaşın işi çabuk görülsün düşüncesiyle zannımca. Bu ablalar bir yandan da harıl harıl örgü örüyorlardı. Maksat üretim… Üstelik de devamlı müdüre atıp tutuyorlar. Hem de gıyabında ondan bahsederken, sadece ismiyle anıyorlar. Bu müdürün adını söylemiyorum. Bundan sonraki kısımda kendisini sadece müdür diye anacağız.

Neyse, ben babamın öğütlerini aklımda tuttuğum için gözlerimi bile kaydırmıyorum her ihtimale karşı. İçlerinden hangisi ajan, nereden bileyim? İlk günden tufaya gelmek istemedim. Öyle kazık yutmuş gibi oturdum. Ertesi güne kadar, müdür yüzü görmedik Allah’tan. Hem, o istediği zaman göreve gelir. Memur mu ki o, hesap sorulsun?

İşler çabuk başladı. Bana yapmam gereken kısım anlatıldı. Şubenin adı, “Gıda Kontrol Şube”. Ama gıda kanunu henüz çıkmamış. Yem kanunu taaa eski bir tarihten beri uygulamadaymış. O yüzden adımıza inat, sadece hayvan yemlerinin depolanma şartlarına ve iyi mi kötü mü diye içeriklerine bakıp duruyoruz. Bu ulvi görev için de, benzin yakıp sık sık şehre bağlı ilçelere gidiyoruz.

İlçede bulunan bütün yem bayilerine giriyoruz. Çuvalların altına tahta ızgara koyun, küf olmasın diyoruz. Ayrıca satıştaki yemlerden laboratuvar analizi için numune alıyoruz. O zamanlar işler çok ilkel. Torbaların ağzını mühürlemek için mum eritiyoruz. Alıyor mu ortalığı bir yanık kokusu? Ayrıca bildiğim kadarıyla, yem bayisinin uygunsuz davranışına karşı bir yaptırım da yok. Varsa da, kimse bize sonuçlar ne oldu diye sormuyor ki? Besbelli uygulamada hükmümüz de yok.

Bir görev dönüşü, arkadaşlarla müdürün odasına rapor vermeye gittik. Yüzü pek gülmüyordu. Niye ki? Ne kusur işledik, anlamadım. Niyeymiş, biliyor musunuz? Bakanlık alınan numune sayısına göre dairemizin, yani müdürün performansını ölçüyormuş. Sayı çok olsun yeter ki! Sonuç önemli değil, deniliyormuş.

Koskoca bakanlık böyle der mi? Hiç olacak iş mi? Dostlar iş başında görsün gibi bir şey. Yakıştıramadım doğrusu. Ne bileyim ben sonradan öğrendim. Meğerse Maliye Bakanlığı’nda bile enflasyonu hesaplarken düşük çıksın diye, verileri önceden ayarlarlarmış. Yani tüme varım değil de, tümden gelim metodu uygulanırmış. Düzenini sevdiklerim! İşleri sonradan öğrenince rahata kavuştuk, o ayrı.

Müdür bize hafiften sesini yükseltti. Yanımda benden daha kıdemli abiler var. Baktım, hiç ses çıkarmıyorlar. Benim elim ayağım titriyor. Nasıl sinirlendim birden? Neyse, biz kös kös çıktık odadan. Yan odada abiler beni sakinleştirmeye çalışıyorlar. Aman, müdüre acı, bir hareket yapma diye gaza getirdiler mi beni bir kıyıdan. Tabii bu güvenle ben yan odaya daldım. Garibim masasında oturmuş, öyle bakıyor. Dedim ki; “siz bana nasıl bağırırsınız, babam bile böyle bağıramaz.” Müdür ifadesiz suratıma baktı. İçinden, ipini koparanı memur yapmışlar demiştir, neydi başıma gelen?

“Sizi bundan imtina ediyorum” dedi. O zamanlar, ne bileyim, imtina ne demek? Meğerse muaf tutmak, demekmiş. Kötü bir şey zannettim, kıt aklımla. Çok kötü hissettim. Evlere şenlik. Bağırtıma diğerleri koştular da, adamcağızı elimden zor aldılar.

Ah müdürüm ah! Eğer o gün benim biraz kulağımı çekseydiniz, ben de yirmi yıl boyunca bütün müdürlerle kavga etmezdim. Ne bileyim ben? Hepsini sizin gibi bağışlayıcı zannettim.

Saygılarımla…

 

Dipnot: 

Müdürüm, sizin bu hikâyeyi okuduğunuzu biliyorum. Gördüğünüz gibi hakkınızda kötü bir lakırtı etmiş değilim. İyi bir insandınız. 

Saygılarımla efendim…

 

Fatmanur CANER

Editör : Sonay BİLGİ ARABACI

Baş Editör: Elif ÜNAL YILDIZ 

https://fisildayankalemler.org/author/fatmanurcaner/

 

Yorumlar (1)

  1. Bekir SEVİK
    • 13/03/2024

    Kaleminize sağlık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fatmanur CANER

1959 yılında, babasının görevi dolayısı ile bulundukları İskenderun'da doğdu. İlk ve ortaokulu Torul ve Boyabat ilçelerinde tamamladı. Lise yılları ve Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi mezuniyeti boyunca Ankara'da yaşadı. Tarım Bakanlığı bünyesinde çeşitli illerde yirmi yıl görev yaptıktan sonra emekli oldu. Edebiyata ve özellikle şiir türüne olan merakı onu yazmaya yöneltti. Oğlu, gelini ve iki torunu ile Kocaeli'nde yaşamaktadır.