YİTİK DÜŞLER PERİSİ

YİTİK DÜŞLER PERİSİ

YİTİK DÜŞLER PERİSİ

“Anne nasılsın?”

“İyiyim desem, inanır mısın?”

Başını salladı hayırlarla, sarıldı anasının boynuna sıkıca.

“Ne iyiyim ne de kötü oğul, çaresizim!…” 

         Ağlamak, sözlerle çağlamak faydasızlandı. “Dermanlarımı kim sakladı?” deyiverdi şaşkınca. Kim beni buralara getirdi? Bilmiyor muyduk bunun böyle olacağını! Bir yudum çay içmeden, iki lafın belini kırmadan “iyi bayramlar canlar, bize yol göründü!” deyip, kaskatı kesilmiş bedeniyle misafirlikten kaçmak.     

       “Yeni bir ortamda hareketlerini kontrol edemeyen, sürekli elinde yemekle etrafı dolaşan, oturamayan, yağlı ellerini oraya buraya silen bir insan. Özel bir insan. Çok tertemiz bir yürek. Zor! Çok zor bir yaşam.

Kendi dünyamızdan çıkıp dünyalılarla irtibat kurmak istediğimizde hep hüsran, hep gözyaşı ile hediyeleniyorum. Kırgınlığıma da üzülüyorum; isyan mı ediyorum, diye. Ama, sadece tek olan sensin.

Sana yakışan bu güzelliği biz taşıyamıyoruz hâliyle yüce yaradanım. Allahım, ben bilmesem de haddimi, sen biliyorsun beni! Bırakma lütfen bizleri.” 

        Dalgınlığıyla gezinirken sosyal medya sayfalarında, çok sevdiği bir arkadaşının eski bir sokakta, taşın üzerine oturtarak verdiği pozla  dalıverdi çocukluğuna gözleri.

“Burası çocukluğumun sokağına benziyor! Yokuş aşağı inerdim taşlı yoldan. En sondaki iki katlı, beyaz boyalı en bakımlı evden Coşkun Sabah bas bas bağırırdı her sabah. Koşa koşa iner, o eve yanaşınca bi dururdum.

Televizyonumuz yoktu daha. Zenginlerde siyah beyaz vardı. Radyomuzda yokmuş demek ki! Radyo tiyatrosu olurdu öğleye doğru. Neredeyse her vakit penceresi açıktı komşumuzun.

Tüm mahalleye dinletirdi. Biz kiracıydık. İki katlıydı evimiz. Ev sahiplerimiz alt kattaydı. Pek yaşlılardı ama diri insanlardı. Hep namaz kılar, tesbih çekerlerdi. Evde zıp zıp zıplardık da hiçbir şey demezlerdi.

Ara ara annem özür dilerdi ses yapıyoruz diye. Yere düşen dutları hiç erinmeden toplayıp bize gönderirlerdi. Halbuki pencereyi açınca evin çatısına çıkar orada taze taze dut toplar, karnımız şişene kadar yerdik.

Hiç bıkmadan yediğim tek meyveydi dut. Siyahı, beyazı, kızılı…hem tatlı hem mayhoş!…”

    Kamaşan ağzını hareketlendirerek kendine geldi. Bulunduğu karmaşık duygular serisinden zihnini rahatlatmanın tek yolu yazmaktı. Yazınca ferahlıyor, yazınca kendine varıyordu.

     “Kelâmların rengine sığınamazsam bugün;  say ki, yok olurum. Vucüt bulmazsa ahvâllerim sözcüklerle; say ki, kaybolurum. Gözümün dolmasından mı, taşıpta nehir olmasından mı utanmalıyım bilmiyorum. Bildiğim, tutmazsan elimi bugün kalemim, ölebilirim.  

    Aynı tas aynı hamam bir solukla  örgülenmeden yaşamı; aynı terennümlerle hayatı süslemek zorunda olmanın anlamını bilemez kimse.

Kadim dost muhabbetine vardığında; bir yudum çay almadan, kaderinin sessiz çığlığının feryadı sararsa her yanı ve boğazında bir yumrukla bayram ziyareti dahi yapamamış olmanın külfetini bilmemişse bir insan; tüm kapıların açık olmasının onun için manasızlığını bilemez.

Tercih etmek durumunda kaldığı bir yalnızlığı olmadan tüm köprülerin üzerinde ruhunu zedeleyenlere eyvallahı olmayacağını, o köprüleri gözünü kırpmadan yıkacağını, hayâl dahi edemez. 

    Tepeden tepeden konuşmamalı dili olan. En yüce zirvelerden ağdalı çarpık inanışların renginde kaybolma sanatına düşmemeli. Ya da düşsün ya! İsteyen istediği her türlü kimseliğe düşsün.

Birbirini sayılar dünyasında delillerle ikna eden kalabalık yanlışlık doğru yalnızlığı anlama uğraşına girmesin. Bilmek iyi değildir. Hele bilinçli olmak hiç iyi değildir.

Adalet duyguları düzgün çalışır çünkü. Boşverin gitsin. Cennetin dibinde karpuz suyu ikramıyla kahramanlıklarını kutlayarak, ferahlatsınlar birbirilerini…

      Bir günahı kocamanlayan şuh zihinlere  sobelenmek çocukca çabalarımı coşturur ancak. Muamma tavırlardan sayısız musallalar yarattım güngörmemiş fasılsız düşlerimden.

Yürekçemi düşürdümde kendim oldum yıldızların parlaklığında. İbrahim gibi önce aldandım onlara. Ay göründü büyü bozuldu. “Sen en parlaksın,  sanadır dayanağım!” dedim.

Sevdanın tozlu büyüsünde fısıltılarla aşkımı bestelerken, güneşi görünce maşukum kayboluverdi birden. Öylesine parlaktı ki güneş, tamam dedim işte gerçek bir eş. Ruhuma, gönlüme tesiri  çoklandı.

Isıttıkça bahar bahçem yoklandı. Cuşa geldi tüm terennümler. Tüm kızıllık etrafımı sardı, aydınlığım sükûta vardı. Ellerimle tutamadım, dillerimle batmasını yutamadım.

O da battı. Her yer kapkaranlıktı. Ne yıldızlar, ne ay ne de güneş benim gerçeğim olamazdı. Dedim  bende İbrahim gibi; “batıp gidenleri sevmem!”  Yunus misâli; “Bana seni gerek, seni!” deryasında kulaçlandım. 

Yeter Allahım yeter! Bir bedel ödemekse, ödedim yeter! Sen şu deli aklımı bana geri ver!” dedi ve zorlardan zor yaşamında kocaman, ferah bir nefes almanın şükrüne vardı.

08/06/2025

Emily Yaramis

Editör: Nigar KAYA

En son yazımı okudunuz mu?

https://fisildayankalemler.org/sol-ayagim/

 

Yorumlar (0)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Emily Yaramis

ilk olarak 1982 yılında Çankırı ilinin Balıbağı köyünde bir sabah vakti annesinin yüzünde bir tebessüm olarak belirdi. Yedi yaşına kadar köyün bütün güzellikleriyle hemdem olmuştu. Duygu ve düşüncelerin en güzel ifadesini oluşturan alfabeyi Çankırı Atatürk İlköğretim Okulunda çok kıymetli ögretmeni Nilüfer Yığın’dan öğrenmişti. Orta ögrenimini Dr. Refik Saydam İlköğretim Okulunda tamamladı. Çankırı Nevzat Ayaz Anadolu Öğretmen Lisesinden Ondokuz Mayis Üniversitesi Sinop Egitim Fakültesi Okul Öncesi Öğretmenliğine uzanan eğitim yolunun daha nerelere uzanacağını bilmiyordu. Düzce ve Ankara da iki yıl kara tahtanın başında talihinin aydınlık taşlarını döşüyordu. Sevdanın gönül kapısını çalması ile Amerika'ya uzanan yolun kapılarının açılması bir olmuştu. Şimdilerde eşi ve dört evladıyla Oklahoma City'de can ipliğini zaman çıngırağına sarma gayretinde. Öğretmenliği ve anneliğinden taşan kelimelerden ördüğü hayat deseninden oluşan deneme ve şiirleri çeşitli dergilerde gönüllere doğru yol almaya devam ediyor.