YETİM KALBİN SEVDASI

YETİM KALBİN SEVDASI

YETİM KALBİN SEVDASI

Genç kadın, elinden sıkıca tuttuğu oğluyla birlikte durakta beklerken, uzaktan gelen otobüse el kaldırdı. Çocuk nereye gittiklerini bilmediği halde, köyden çıkmanın heyecanıyla doluydu. Otobüse ilk kez binecek, yeni yerler görecekti. Annesi hazırlık yaparken, birlikte gezmeye gideceklerini söylemişti oğluna.

Otobüs toz bulutu kaldırarak önlerinde durdu. Ana oğul bindiler, muavin onlara boş yer gösterdi. İlk kez bu kadar kalabalık gören çocuk, tedirgin gözlerle etrafına baktı. Yabancı yüzler, koltuklarda oturmuş ya sohbet ediyor ya da uyuyordu. Horlamalar, sigara dumanı ve kokusu çocuğu rahatsız etti, hafif hafif öksürdü. Yüksek sesle konuşanlar da ayrı bir rahatsızlık kaynağıydı. Bu sıkıcı durum daha ne kadar sürecekti?

Çocuk, sonunda camdan dışarı bakarak manzarayı seyretmeye karar verdi. Annesi ara ara ona bakıp, “İyi misin? Bir isteğin var mı?” diye sorular soruyordu. Çocuk gözlerini camdan ayırmadan, “Yok” diye yanıtladı annesini.

Az sonra muavin gelip ücretleri toplamaya başladı. Kadın, belindeki kuşaktan çıkardığı cüzdandan para çıkarıp verdi. Yolculuk devam etti, yolda inenler binenler oldu, yolcular sürekli değişti. Otobüse bindikleri zamanki yolculardan pek azı kalmıştı.

Dışarıyı seyretmeye devam eden çocuk, muavinin yolculara kolonya ve şeker dağıttığını gördü. Anne aldığı iki şekeri de oğluna uzattı. Çocuk hemen birini ağzına attı, şeker kısa sürede eriyip bitti. Annesine sürekli, “Daha gidecek miyiz? Ben evimizi özledim, arkadaşlarımı özledim,” deyip durdu. Anne, gözlerinden süzülen iki damla yaşı elinin tersiyle silerek, “Az kaldı, az kaldı,” diyebildi.

Genç kadının kocası bir kazada ölmüş, üç çocukla dul kalmıştı. Akrabaları onu yeniden evlendirmek istemiş, o da “Çocuklarımı üvey babaya bırakmam,” deyip kabul etmemişti. Köy yeri küçük bir yerdi, bir süre sonra dedikodular aldı yürüdü.

Ailesi illa evlen, kadın başına zor buralarda deyip durdu. Kadın çaresiz, taliplerinden birine “Olur,” dedi. Adamın karısı yıllar önce ölmüş, beş çocukla dul kalmıştı. Yeniden evlenmek istese de kimse beş çocukla kabul etmemişti. Kendinden yaşça büyük bu adama gönülsüz de olsa çaresizce evet dedi.

Büyük çocuklarından kızı evlilik çağındaydı, onu evlendirdi. Küçüğü tamirci çırağıydı. En küçüğünü hep okutmak istiyordu. Köyün ileri gelenleri, onu çocuk yuvasına ver, devlet okutur iş sahibi yapar deyip aklına girdiler. Kadın günlerce düşündü, küçücük anne şefkatine muhtaç yavrusunu nasıl verirdi? Ailesi de bu durumu uygun gördü. Küçük çocuğun kaderi büyüklerin iki dudağının arasındaydı. Onun fikrini, duygularını kimse sormadan karar verilmişti.

Yolculuk tam üç saat sürdü. Otobüs çocuk esirgeme kurumu binasının önünde durdu. Elindeki torbayı andıran çantayla, bir elinde oğlunun elini sıkıca tutarak indiler otobüsten. Çocuk şaşkın gözlerle baktı çevresine. “Anne, biz kime geldik? Burası neresi?” diye sordu.

Anne, karmaşık duygular içinde binaya doğru yürürken, “Gidince görürsün,” dedi kısık bir sesle. Merdivenlerden yavaş yavaş çıktılar. Müdür odasını sordu kadın. Hizmetli onları müdür odasına kadar götürdü. Sıkça karşılaştığı bu durum ona göre çok sıradan bir olaydı. Zaten aralık olan kapıyı yavaşça tıklattı kadın. İçeriden “Gel” sesi duyuldu. Büyük bir masanın başında oturan adam gelenleri göz ucuyla süzdü. Gülümseyen ifadeyle “Hoş geldiniz, buyurun,” dedi.

Anne gerekli belgeleri müdüre uzattı. Durumu kısaca ifade etti. Müdür zaten tüm hazırlıkları yapılmış misafiri hemen kabul etti. Kadın, elindeki çantayla çocuğun elinden tutarak koridora çıktı. Müdür, hizmetliyi yanına çağırıp çocuğu yaşıtlarının olduğu yatakhaneye yerleştirmesini, yurdu gezdirip bilgi vermesini tembihledi.

Koridordan merdivenle bir üst kata yatakhaneye çıktılar. Boş bir ranzaya eşyalarını koydular. Sırayla yemekhane, bahçe ve diğer bölümleri gezerken görevli sürekli bilgi verdi. Çocuk, adamın konuşmalarından bir şey anlamadan sadece dinledi.

Nihayet ayrılık vakti geldi çattı. Anne, çocuğuna onu burada bırakıp köyüne döneceğini nasıl söyleyecekti? Ağlamaya başladı, bunu gören çocuk da ağlamaya başladı. İki can birbirine sarılıp hüngür hüngür ağladılar. Onları görenlerin içi sızladı. Kimi, o sahneyi yaşamış anıları canlandı. Ayrılık zamanıydı.

Son bir kez sıkıca sarıldı yavrusuna, onu öptü, kokladı, nasihatler etti. “Sen bir süre burada arkadaşlarınla kalacak, okuyup büyük adam olacaksın. Ben her zaman seni ziyaret edeceğim. Abin, ablan da gelecek. Yaz tatillerinde evimize geleceksin. Ben seni çok seviyorum canım oğlum.” Zaman durdu, ana oğul bir süre öylece kaldılar.

Yemek zamanı, “Haydi herkes yemekhaneye,” koridorda yankılanan bu ses işlerini biraz olsun kolaylaştırdı. Görevli, çocuğun elinden tutarak yemekhaneye doğru yürüdü. Anne son kez baktı yavrusunun gidişine. Yaşıtlarıyla masaya otururken son kez annesini aradı gözleri, yoktu, onu bırakıp gitmişti. Önüne konulan tabaklarda pilav, salata, yoğurt, kuru fasulye vardı.

Gönülsüzce kaşığını daldırdı tabaklara, boğazında düğümlendi lokmalar. Karnı doymadan kalktı masadan. Görevli tekrar yerine oturmasını söyledi. Oturdu, başını öne eğerek, neyi bekliyordu? Yemeyecekti işte.

Annesi, akan gözyaşlarını silerek ayrıldı binadan. Son kez baktı evladının yeni yuvasına. Bir süre durakta bekledi, yurdu gözledi. Otobüs toz duman içinde geldi, durdu. “Artık gitme zamanı,” dedi, kırık kalbini de alarak.

Çok sevdiği biricik can paresini devletin şefkatli kollarına bırakmış olmanın huzuruyla yine de pişmanlıkla otobüse bindi. İki kişi çıktıkları yolda tek başına döndü köyüne. Akşam eve gelenler oldu. “Nasıl geçti yolculuk? Çocuğun durumu nasıldı? Çok ağladı mı?” gibi anlamsız sorulara kısa cevaplar verdi, geçiştirdi.

Başını yastığa koyduğunda büyük oğlunun sözleri yankılandı kulaklarında. “Ana, ben sana demedim mi, size bakarım, kardeşimi okuturum. Neden bizi ayırdın elin adamı için?” Bin bir pişmanlıkla ağladı, ağladı. Sabah olduğunda gözü gözüne değmemişti kalktı yerinden.

Hayvanlarına baktı, bahçesinin bakımını, sulamasını yaptı. Bir zamanlar çocuk sesleri, kocası vardı bu bahçede, huzur vardı. Şimdi virane gibi geldi genç kadına. Yavrusunun sesleri yankılandı kulaklarında. “Acaba uyku tuttu mu yoksa benim gibi uykusuz mu sabahladı kuzum?” diye hem söylendi hem ağladı. Kahvaltı hazırladı tepsiye, biraz peynir, biraz zeytin, hepsi kendi ürünü. Biraz ekmekle isteksizce yedi.

Yurdun yemek salonu akşam daha da doluydu. Okuldan gelen büyük öğrenciler, acıkmış halde masalara doluştular. Büyük bir iştahla yediler yemeklerini. Ufaklığı fark edenler, “Hoşgeldin aramıza,” dediler.

Onların sıcak ilgisi, biraz olsun korkusunu yenmesine neden oldu. Yemekten sonra eller, yüzler yıkandı, dişler fırçalandı. Öğrenci olanlar çalışma salonuna, küçükler yatakhaneye dağıldılar. Yan yatakta yatan yaşıtıyla konuştular bir süre.

Kendi ailesinden, köyünden, ablası abisinden söz etti. Diğer çocuk, “Benim köyüm yok, ailem de yok. Buradaki abiler ablalar benim ailem,” dedi kısık bir ses tonuyla. Çocuk, “Şimdiden özledim evimi,” deyip ağlamaya başladı. Şimdiye kadar hiç evinden, ailesinden ayrı kalmamıştı.

Diğer çocuk, aile kavramını bilmediği için onun ağlamasına anlam veremedi. Kendini bildi bileli buradaydı. Yorgun ve kırgın yüreği, minicik bedeni, bir günde değişen yaşamının ağırlığını daha fazla taşıyamadı. Başını yastığa koyduğu gibi uyudu. Sabah gözlerini açtığında bambaşka bir yerde olduğunu fark etti.

İçini yeniden bir hüzün kapladı. Bütün çocuklar sırayla lavaboya gittiler. Yemekhanede toplandılar. Bugün biraz daha kabullenmişti durumunu. Büyükler okula, küçükler kreşe gittiler. Buraya alışmaya başladı, hatta sevdi de. Köyünde olmayan her şey vardı burada. Akranlarının eşek şakası olmasa daha iyiydi.

Okula başlayalı çok zaman geçmemişti. Burada kaldığı yerden devam etti. Günler iyi kötü gelip geçiyordu. Hafta sonları banyolarını kendileri yapıyor, görevliler çamaşırları yıkıyor, odaları temizliyordu. Hasta olunca doktora gidiyor, tedavi oluyorlardı. Okulunda çalışkan bir öğrenci oldu. Sevilen, sayılan bir çocuktu. Arkadaşlarıyla iyi geçiniyor, onlara köydeki anılarını anlatıyordu. Tatilde, “Biz de sizin köye gelelim,” diyenler bile vardı. Onlara söz verdi, birlikte gideceklerdi.

Annesi, o beş çocuklu adamla evlendi. Onun evine taşındı. Kızı anlayış gösterse de hiç anne evine gitmedi. Büyük oğlu baba evinde kaldı. Kendine yetecek kadar eşya bırakmıştı anası. Bir süre konuşmadılar ana oğul. Bacısı onu ikna etmeye çalıştı. “Çıkacak asılsız dedikodulardan evlendi anam.

Yoksa babamızın hatırasına saygısızlık etmezdi.” Haklıydı kızı, kadın kocasını severek almıştı, mutluydular. Şu kaza olmayaydı, ne güzel yaşamları vardı. Yarı aç, yarı tok geçinip gitmişlerdi bunca yıl. Evliliği iyi gitmedi. Yine de kanaat etti. Yaz geldi, okullar tatil oldu. Kadın kocasından izin isteyip oğlunu getireceğini söyleyince kıyametler koptu. “Gitsin abisi getirsin, ne işin var oralarda?” Bağıra bağıra söylendi durdu.

Ne kendi gitti ne kadıncağızı gönderdi. Kadın iki gözü iki çeşme ağladı, oğlunun yanına vardı, durumu anlattı. “Oğlum, adı batasıca izin vermiyor ki gideyim oğlumu getireyim.” Oğlu, anasına edeceği iki lafı yutup, “Tamam ana, ben getiririm kardeşimi, zaten çok özledim, burnumda tütüyor,” dedi. Kadın evleneli bir sene olmamış, ama yaşlanmıştı. Adamın ve çocuklarının eziyeti canına tak etmişti. Ailesine gönül koymuş, mesafeliydi. Ona destek olmak yerine, başka kocaya gitmesi için baskı bile yapmışlardı.

Bir yıl önce annesiyle birlikte geldiği yurttan şimdi abisiyle dönecekti köyüne. O ürkek çocuk gitmiş, konuşkan, neşeli biri olmuştu. Arkadaşlarıyla abisini tanıştırdı. Abisini, ailesini, köyünü o kadar çok anlatmıştı ki hepsi onları tanıyor gibiydi.

Yurdun kapısından çıkarlarken geldiği günü hatırladı. Arkadaşlarına el salladı. Bir gün onları da köyüne götüreceğine söz verdi. Erken büyümek zorunda kalmıştı. Çok şey değişti hayatında. Yolculuk güzel geçti. Abisi onu hoş tutmak için elinden geleni yapıyordu.

O da anılarını anlatıp durdu. “Ne çok şey yaşamışsın kısacık zamanda,” dedi abisi. Eve geldiklerinde akşam olmak üzereydi. Annesi evde yoktu. Eşyaların çoğu yerinde değildi. Abisi durumu kısaca anlattı. “Artık bu evde ikimiz kalacağız. Annem kendi evinde, yeni kocası ve çocuklarıyla,” dedi içi burkularak.

Küçük çocuk beklemediği bu duruma çok üzüldü. O, en çok sevdiği, güvendiği sığınağı annesi, onu şaşırtmaya devam ediyordu. İçinden bir şeylerin koptu. Annesini çok özlemiş, ona sıkı sıkı sarılmak istiyordu. Akşam oldu, anacığı bir fırsatını buldu, koştu oğlunun yanına. İki can birbirine sarılıp uzun süre bu halde kaldılar.

Göz yaşları dinmedi. Neden sonra büyük oğlu anasını dürtüp, “Yeter bu kadar ağıt,” dedi. Yurtta bir yıl boyunca neler yaptığını sordu. Gözlerine bakamadan… Anlattı çocuk, sen gittikten sonra… Tekrar sarıldı yavrusuna, cebinden çıkardığı bir demet kağıt parayı oğlunun cebine koydu.

Çocuk hiç tepki vermeden baktı kaldı. “Yine mi bırakıp gideceksin bizi?” Bu soru ok gibi saplandı anasının yüreğine. “Yine geleceğini,” söyleyerek koşar adımlarla çıktı evden. Abi kardeş evde ne varsa yediler, bol bol sohbet ettiler. Akşam dede, nine, akrabalar toplanıp ziyarete geldiler. “Devlet seni okutur, büyük adam olursun, kendini kurtarırsın,” dediler.

Anlamsız gelen bu konuşmalar boşunaydı. Çocuk durumunun farkındaydı. O, eski büyük ailesini istiyordu. Babasıyla birlikte o büyük ailede ölmüştü. Yaz tatili bitti, yeniden yurda geldi. Bu sefer kendi otobüse bindi, geldi yeni evine, ailesine. Çocukluktan yetişkinliğe terfi etmişti.

Yıllar yılları kovaladı. O küçük çocuk büyüdü, yakışıklı bir delikanlı oldu. Annesi, yaşlı kocası ölünce yine dul kaldı. Artık kimse “Yine evlen,” demiyordu. Aile büyükleri ölmüş, torun torba sahibi, olgun bir kadındı. Asla evlenmeyi düşünmedi. Çocuklarıyla arasını düzeltti. Yeniden bir arada yaşamaya başladılar.

Abisi çoktan evlenip evlat sahibi olmuştu. Arkadaşları ile köye gelip güzel zamanlar geçiriyordu. Okulunu başarıyla bitirdi, sınavlara girdi. Devlet dairesinde memur olarak çalışmaya başladı. Bir yandan da çok sevdiği futbolu oynamaya devam etti.

Bir gün hayatının aşkıyla karşılaştı. İlk görüşte aşk dedikleri bu olsa gerek, en hazırlıksız zamanda yakaladı genç adamı. Genç kız üniversite okuyordu. Bir süre görüştüler. Kızın ailesi durumu anlayınca, “O, fakir bir ailenin, yurtta büyümüş oğlu, sana, bize göre değil,” dediler.

İki genç ayrılmak zorunda kaldılar. Genç kız okuluna döndü. Her zaman neşeyle gittiği okulu zindan gibi geldi. Yollar bitmek bilmedi. Otobüs yol alırken, sicim gibi yağan yağmur dünyayı değil, yüreğini ıslatıyordu. Genç adam daha kararlıydı.

Bu böyle gitmez, her şeyin bir çaresi bulunur. Genç kızın vedalaşmadan gittiğini haber alır almaz, bir sonraki otobüse bindi. Son konuşmayı yapacak, bir karara varacaktı. Yağan yağmur, iki gencin yüreklerini üşüttü. Genç kız, okuduğu şehrin otogarında otobüsten indi. Arkasından genç adam da indi.

İki aşık yağmurun altında bir süre bakıştılar. Kız o kadar kararlıydı ki, delikanlıya konuşma fırsatı bile vermedi. “Evine dön ve beni unut,”dedi kısaca. Yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan. Genç adam, “Bu kadar kolay vazgeçen birini nasıl da güzel sevmişim,” dedi içinden.

Kırık kalbini yorgun omuzlarına yüklendi. Islak giysileriyle bir sonraki otobüsten bilet aldı. Önce canı kadar sevdiği annesi, şimdi de can tanesi sevdiceği terk etmişti onu. Kendini büyümüş, dirayetli sanıyordu. Oysa kalbi hala bir çocuk gibi saf, temiz, sevgi doluydu.

Eve dönerken de yaşamı sorguladı. “Annen bile seni küçücük çocukken hiçbir açıklama yapmadan bırakabiliyorsa, başkası neden bırakmasın?” Kız okulu bitirdi, öğretmen oldu. Evlendi, çocukları oldu. Genç adam da evlendi, çocukları oldu.

Yine de yüreklerinde bir yerlerde birbirlerini hatırlayacakları bir sızı kaldı. Hayat, onları farklı yollara sürüklese de, geçmişin gölgeleri hep peşlerinde dolaştı. Bir gün, yolları kesişirse, belki de eski anıların izleriyle yüzleşip, birbirlerine anlatacak çok şeyleri olacak. Ama şimdi, hayatın fırtınaları arasında kaybolan iki yürek, kendi yolculuklarına devam ettiler.

Bir gün yolun ortasında, trafik ışıklarında arabaları yan yana durdu. Gayri ihtiyari birbirlerini gördüler. Daha ilk günkü heyecanla baktılar birbirlerine. O an anladılar; kimle evlendiklerinin bir önemi yoktu, kalpte olanın yanındaydılar. İyi gibi görünen evlilikleri sadece aidiyet duygusuyla ayakta duruyordu. Hayat, genç adama sürekli bir şeyler öğretti: olanı kabullenmeyi, var olanla mutlu olmayı, yetinmeyi. Kalp yarasıyla, gönlündeki sevdasıyla, geleceğe olan umuduyla yaşamaya devam etti.. 

Elife Akgül

Editör: Murat Çatal

Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal Yıldız

Bu yazının bütünü yazarına aittir.

Bir önceki yazımı okudunuz mu? 
Çeşmelerimiz

 

Etiketler:

#yaşam

Yorumlar (0)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Elife AKGÜL

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunuyum. 58 yaşındayım ve ev hanımıyım. Yörük kültüründen etkilenerek kendi yaşamım ve ailemin yaşantıları üzerinden hatıralar ile roman ve öyküler yazdım. Aynı konseptte edebi ürünler üretmeye devam ediyorum. Şu ana kadar yazdığım fakat yayınlanmamış bir roman, bir öykü, bir tiyatro senaryosu ve bir şiir bulunmaktadır. Tarzımı Cengiz Aytmatov ve Yaşar Kemal’e yakın görüyorum.