SÖYLEYİN BEN KİMİM?

SÖYLEYİN BEN KİMİM?

BEN KİMİM?

Nereden alındığım ağabeyimler tarafından araştırma konusuydu. Önce babamın çöpten bulduğunu, hava soğuk diye eve getirdiğini söylediler. Annem de çok küçük ve çelimsiz olduğum için kıyamamış, bu aileye evlat olmuşum.

Küçük gecekondu bir eve, köyden geldiğimiz düşünüldüğünde bu mantıklıydı. Doğum yerim Ankara yazıyordu. Annemin, babamın, iki ağabeyimin, ablamın doğum yeri Nevşehir’di. İnanmamam için bir sebep yoktu.

Bir de leylek getirdi, hikayesi vardı. Güneyden yazı geçirmek için leylekler, başıboş, sahipsiz bebekleri kuzeye getirirler, kendi çatı üzerindeki yuvalarını kurmadan önce, çocuklu evleri seçip, o evlerin kapılarına bebekleri bırakırlarmış.

Beni hangi leylek nereden aldı bilmiyordum ama üç çocuklu bir eve getirmeleri hiç hoş değildi. Tamam, evimizin çatısında bahardan yaza kadar bir leylek ailesi vardı ama neden beni daha geniş, daha az çocuklu hatta hiç çocuğu olmayan bir kapının önüne koymamışlardı, bilmiyorum.

Leyleklere sinirliydim, belki de güneyde annem ve babam beni arıyorlardı. Bir şatoda ya da bir sarayda yaşıyor olabilirdim. Bu leyleklerin hırsız olduğunu düşünüyordum.

Çünkü kargaları gözlemlerken parlak nesneleri aldıklarını görmüştüm. Hatta kuruduğu için babamın kestiği kavak ağacının en tepesinde bir karga yuvası vardı. Karga yuvasının içinde parlak düğmeler, taşlar, ambalaj kağıtları çıkmıştı.

Ben de, kargalar yeni yuvasında eşyalarından eksik kalmasın diye bahçe duvarının üstüne bunları dizmiş, kara karganın tek tek onları alıp götürdüğünü görmüştüm. Galiba bu eşyalar, kargaların evinin vazgeçilmesi idi, annemin sardunya ve begonyaları gibi. Leylekler bebek görünce dayanamıyor, bu yüzden güneydeki bir sürü anne, baba bebeksiz kalıyor olabilirdi.

Ağabeyimlerin gün geçtikçe benim nereden geldiğim konusunda başka fikirleri oluştu. Yazları bir aylığına köye çingeneler gelirdi. Çadırlar kurar, aileleriyle birlikte çadırlarda yaşarlardı. Köy; onların gelmesini beklerdi. Onlar gelince, bakır kaplar, tepsiler, kazanlar ortaya çıkar, çingeneler bir ay boyunca onları kalaylarlar, para kazanırlardı.

Ayrıca kasnaklarla çok güzel ördükleri kalbur, kevgir, elek gibi köylülerin kullandığı aletler yaparlardı. Köylüler de onlara ya para verir ya da buğday, arpa, şekerpancarı, üzüm gibi ürünlerle takas yaparlardı.

Bir gün bahçenin önünde, közde yeni çıkan mısırları afiyetle yiyorduk. Tabii ocağın karasından elim, burnum, ağzım, yanaklarım kapkara olmuştu. Her yerim kapkara olsa da közde mısır en sevdiğimdi. Uzaktan bir bağlama, keman ve darbuka sesi gelmeye başladı. Çadırda yaşayan çingenelerin, her akşam yemeklerini yedikten sonra müzikle eğlendiklerini biliyordum. Ben de elimde mısırla bir o yana bir bu yana müziğin ritmiyle dönmeye başladım.

Anne, “kıvırcığa gerçekleri söyleyelim mi?” dedi Ağabeyim;.

“Ne söyleyeceksin yavrum?” dedi annem.
“Anne baksana bizim evde bunun gibi kararan var mı? İki erkek kardeş sarışınız, kız kardeşimiz beyaz, sen beyazsın, babam sarışın. Kıvırcığı çingenelerin bıraktığını artık itiraf etmek zorundasın.”

“Offf ya oğlum, şimdi inanacak kıvırcık,” dese de annem,

“Anne, bak onların annesi babası çalışıyor, çocukları bütün gün çadırın etrafında ya da otlakta oynuyor. Kıvırcık da çalışmayı sevmez ve sürekli oyuna kaçar. Çadırdakilerin hepsi esmer, kıvırcık biraz daha dışarıda durursa onlardan daha esmer, sence bizimle hiç ilgisi var mı bu kızın? Bence sen bana inan” diye bana göz kırptı…

Gece boyunca düşündüm. Bugüne kadar söyledikleri yanında en doğrusu bu olabilirdi. Çadırdaki çocuklarla birbirimize benziyorduk. Hem bütün gün işçilere su taşımak, yemek götürmek, ahır temizlemek, hayvanları beslemek zorunda değildim. Akşama kadar oyun oynayabilirdim.

Akşam da, oh mis gibi çalgılarının sesinde oynar, yıldızları seyrederek uykuya dalardım. Ben kesin çingeneydim. Sabah kalktığımda hiç kimse ile konuşmadım. Yufkanın arasına çökelek koyarak dürüm yaptım, boğazımı kurutmasın diye yanına kocaman bir bardak şıra aldım.

Güzelce karnımı doyurdum. Evdeki herkes beni izliyordu. Aile odamıza girip, kıyafetlerimi aldım. Ev halkı bana bakarken “gerçek annemle, babama gidiyorum” dedim. Annem işçilere yemek hazırladığı için mutfaktaydı ama iki ağabeyim de bana bakıp, güldüler. “güle güle, yeni ailen kesin onlar” dediler.

Çadıra vardığımda olanları orada elek ören kadına anlattım. Beni kahkahalarla dinledi. Kıvırcık saçları, kahverengi gözleri vardı, benim gibi esmerdi. Kesin annemdi. İki çocuğu vardı, misket oynuyorlardı. Onlar da bana benziyordu. Kardeşlerimle oyun oynamaya başladım.

Akşama kadar misket oynadık, ip atladık, saklambaç, elim sende, oyunlar devam etti. Karnım guruldamaya başladı. Kardeşlerimle birlikte çadıra gittik. Annem bulgur pilavı ve ayran yapmıştı. Afiyetle yedim. Semaverde çay hazırlanırken, sabah evinden ayrıldığım annem, ablam ve kardeşlerim geldi.

Hep birlikte çay içerken, bağlama, keman, darbuka ortaya çıktı. Müziği dinlerken uykum geldi. Bana bakan annem, “hadi kızım eve gidelim, ağabeyinler seni kandırmış,” dedi. Kabul etmedim.

“Görmüyor musunuz, annem, iki kardeşim; bana ne kadar çok benziyorlar. Bugüne kadar bana baktığınız için teşekkür ederim. Bundan sonra ailemle kalacağım” dedim.

Annem zannettiğim kişi gülmeye başladı.

“ Kıvırcık annelik öyle bir şey değil, insan yavrusunu bırakır mı? Bak benim iki çocuğum var, hiç yanımdan ayırıyor muyum? Bütün gün oynamaya geldin diye bir şey demedim, her yıl köydekiler bizi, biz köydekileri tanıyoruz. Bu yüzden annen izin verdi, diye düşündüm” dedi.

“Yalancı, bak birbirimize çok benziyoruz, kardeşlerim de bana benziyor” desem de ağlamaya başladım.

Yanında büyüdüğüm annem beni kucağına aldı.

“Sen benim kıvırcığımsın, sen benim yavrumsun, neden ağabeyinlere inanıyorsun? Küçük olduğun için seninle uğraşmayı, inandığın için oyunlar oynamayı seviyorlar. Gerçek ailen olmasak gelip seni alır mıydık?” dedi.

Yanında büyüdüğüm annemin kucağı rahattı. Çingene ailem beni reddetmişti. Yarın yine kalkıp bir sürü işe yardım etmem gerekiyordu. Neye ağladığımı bilmeden, annemin omzunda eve gelene kadar ağlamaya devam ettim.

Yatağıma yattığımda tüm hayatımı düşündüm. Bu aile işleri çok karmaşıktı. Kimseye benzemediğime göre uzaydan gelmiş olabilir miydim? Odanın camından yıldızlar göz kırpıyordu. Olabilir miydi?

Yıldız Tek Gamlı
06/05/2024

 

Editör: Nigar KAYA

Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal Yıldız

Yazarın Diğer Yazılarını Okudunuz mu?

 

Yorumlar (0)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yıldız TEK GAMLI

1976 yılında Ankara’nın Altındağ ilçesinin bir semti olan Doğantepe’de büyüdüm. Aslen Nevşehirliyim. Tipik bir Anadolu ailesinin altı çocuğundan biriyim. Konya Selçuk Üniversitesi Akşehir M.Y.O. Muhasebe bölümünü bitirmek dışında Ankara’dan ayrılmadım. Ankara Hacettepe Üniversitesi Sağlık İşletmeciliğini tamamladım. Amerikan Kültür Derneği’nde İngilizce öğrendim. Bu arada Ankara Tabipler Odası’ndan Hastane Yönetimi eğitimini bitirdim. Tüm bu eğitimleri tamamlarken Ankara Özel Güven Hastanesi’nde 7 yıl çalıştım. Evlenince kendi sağlık işletmemize geçip 4 yıl Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nü yürüttüm. AÇEV (Anne-Çocuk Eğitim Vakfı)’le tanışıp, gönüllü annelik yaptım. Çocuklarla daha mutlu olduğumu fark edince Çocuk Gelişimi ve Eğitimi’ni bitirip, 2 yıl devlet okullarında sözleşmeli, 2 yıl özel kurumlarda İngilizce ve İngilizce Drama öğretmenliği yaptım. Meme ve lenf kanseri nedeniyle çocuklarım olan öğrencilerimden ayrıldım. Tedavim devam ederken TEMA Vakfı ile tanışıp, çocuklara doğayı anlatmanın yanında, ara ara yine onlarla birlikte vakit geçirmenin yolunu buldum. 2019 yılında Bursa Nilüfer’e taşındım. Kızlarım üniversiteye başlayınca, “eğitimin yaşı yok” deyip, hayalim olan Uludağ Üniversitesi Arkeoloji Bölümü (Almanca) okudum. Minik Saka Kuşu, Sabun Kokulu Masal, Lunaparkta Keyifli Bir Gün, Cemilhan'ın Maceraları, Büyüklere Küçüklerden Masallar, Kayıp Balerin, Yüzyılın Masalları, Yavru Kedi, Gökçe Özgür Olmak İstiyor, Bir Pazar Günü, Paylaşmak Çok Güzel kitaplarının yazarı.