ÖLÜMSÜZ TAPINAK AĞACI

ÖLÜMSÜZ TAPINAK AĞACI

ÖLÜMSÜZ TAPINAK AĞACI

Babasının ardından annesini de kaybeden Ferzan, on saatlik yolculuk sonrası tükenmiş bir halde evinin kapısını çaldı. Kapıyı açan boylu poslu güzel kız:

“Hoş geldiniz Ferzan Bey, başınız sağ olsun!” diyerek acılı genci içeri aldı. Ferzan; ilk kez görmesine rağmen kadim bir yakınlık hissettiği kızın zeytin rengi gözlerinin içine bakarak:

“Hoş buldum” dedi.

O an damarlarındaki kan coşkulu bir nehir gibi akmaya, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına çarpmaya başladı. Saniyeler içinde esiri oluverdiği kara gözlerin sahibi, kendisine heyecan mutluluk ve aydınlık bir gelecek vaat ediyordu. İnsanın; en üzüntülü anında dahi içinden kardelenler fışkırabilen gizemli bir varlık olduğunu, darmadağın haldeyken bile elemini içine gömüp yaşamın beklenmedik büyüsüyle sarhoş olabileceğini anladı.

Öyle olmasa, annesinin acısı taptazeyken yüreği bir yıldırım aşkıyla nasıl tutuşabilirdi?

Salondaki kanepede uzanan ablası, kardeşinin geldiğini görünce üzerindeki battaniyeyi atıp ayağa kalktı. Abla kardeş salonun ortasında sımsıkı kenetlenip hıçkırıklara boğuldukları bir sırada:

“Ben artık gideyim Fatma abla, bir ihtiyacın olursa lütfen ara!” diyen genç kızın, insanın ruhunu okşayan ince ve melodik sesiyle toparlandılar. Ablası:

“Hiç halim yok Ferzancım, Tülay’ı kapıya kadar geçirir misin?” deyince, genç kız;

“Ne gerek var Fatma Abla, yabancı yer mi? Ben kendim giderim.” diye atıldı. Ferzan, kızın sözlerine rağmen kapıya kadar ona eşlik etti. Tülay kapıdan çıkarken kapkara gözlerinin içine bakarak:

“Tanıştığımıza memnun oldum Tülay Hanım!” dedi. Yanıt vermeden yürüyüp giden Tülay’ın, böyle davranarak kendini naza çektiğini düşünürken ablası içerden seslendi:

“Taziye yeri olarak erkeklere kıraathane kiralandı, kadınlar eve geliyor.”

Tüm yorgunluğuna rağmen evde daha fazla kalmasının doğru olmayacağına karar verdi. Annesini son bir kez görememiş, cenazesine bile yetişememişti. Bir an önce taziye yerine gitmeli ve annesine son görevini yerine getirmeliydi. Dışarı çıkmadan önce, sanki biliyormuş da hatırlayamamış gibi:

“Az önce giden kız kimdi ablacım?” diye sordu.

“Tursunların Tülay,” cevabını alınca, “Hah tamam!” diyerek kapıya doğru yürüdü.

Şen Kardeşler Kıraathanesi’nde herkes üzgündü. “Hoş geldin, başın sağ olsun,” faslından sonra, Ferzan gelenleri kapıda karşılamak için dışarıda beklemeye başladı. Öğleden sonra, uzun süredir görmediği çocukluk arkadaşı Semih çıkageldi. Sarılıp hasret giderdiler.

Semih’in içeridekilere tek tek baş sağlığı dilemesi beş dakikadan uzun sürdü. Yan yana oturduklarında yaşlı bir hafız aşir okuyordu. Okuma bitene kadar hiç konuşmadılar. Aşir sona erdiğinde Semih;

“Hatırlıyor musun sizin evde ders çalışırken annen bize yağda yumurta yapardı. Cıvığına ekmeğimizi banıp nasıl da iştahla yerdik. Nurlar içinde yatsın Berfin Teyze!” diye söze girdi.

Ferzan’ın ağlamamak için kendisini zor tuttuğunu fark edince bu anıyı anlattığına pişman oldu. Konuyu değiştirmek için kıvranırken; tepsi içinde kendisine uzatılan mırra fincanına kurtarıcı gibi sarılıp fincanın dibindeki acı kahveyi bir dikişte içti. Servis yapan genç, elindeki cezveden fincana bir içimlik mırra daha doldurdu. Onu da bir seferde içtikten sonra, kulpsuz fincanı bu kez ters çevirip tepsiye bıraktı.

Salon dolup dolup boşalırken, iki arkadaş yılların özlemiyle koyu bir sohbete koyuldu. Semih’in bir ara, “Bahar aylarında evleneceğini,” söylemesi Ferzan’ı çok şaşırttı.

  “Vay be! Daha dün misket oynuyor, komşunun bahçesinden elma çalıp sokakta tek kale maç yapıyorduk. Ne çabuk evlenme çağımız geldi! Hayırlı olsun arkadaşım, güzel bir habere ihtiyacım vardı, senin adına sevindim!” Bunları söyledikten sonra, birden, anasının askere gideceği gün söyledikleri aklına geldi:

  “Rahmetli anam; ‘Askerliğini bitir gel, evlendireyim seni,’ demişti. Aklında biri vardı mutlaka, ama bana söylemedi. Tezkeremi alınca isteyecekti kızı. Ömrü yetmedi, kısmet işte…” derken gözleri doldu. Bunun üzerine Semih üzgün bir tavırla:

“O zaman çifte düğün yapardık. Ne güzel olurdu be Ferzan! Ne yaparsın kaderin önüne geçilmiyor işte…”

Semih konuşurken, Tülay kara gözlerini Ferzan’a dikmiş gülümsüyordu. Sarılsa sıcaklığını hissedecek kadar gerçek, uzatsa elini tutacakmış kadar yakındı. Semih’in:

“İyi misin Ferzan?” dediğini duyunca, hayallerinden sıyrılıp:

“İyiyim merak etme, hele bir askerlik bitsin, fırını açayım, sıra bana da gelir elbet!’ dedi. “Yakışıklı adamsın, merak etme evde kalmazsın!” diye şaka yollu takılan Semih’e gülümsemekle yetindi. Çocukluk arkadaşını dışarı kadar uğurlarken, şakayla karışık:

“Seninle evlenmeyi kabul eden şaşkın kız da kimmiş?” diye sorunca Semih:

“Tanırsın belki, Tursunların şaşkın Tülay’ı…” diye cevap verdi. Ferzan kasırgaya tutulmuş bir gemi gibi allak bullak olduğunu hissetti. Buna rağmen kendisini toparlayıp:

“Tanırım tabii, hayırlı olsun kardeşim, mutlu olun!” diyebildi.

Salona döndüğünde mevlit başlamıştı. Hafızın insanın içine işleyen yanık sesi yüreğindeki yangını körüklüyor, titreyen dizlerine, gözlerinden sicim gibi boşanan yaşlar eşlik ediyordu. Daha fazla ayakta duramayacağını anlayınca önündeki boş sandalyeye yığıldı. Annesinin taziyesi olduğu için ağlaması salondakiler tarafından çok da garip karşılanmazdı.

Yine de asker olmanın omuzuna yüklediği sorumlulukla gözyaşlarını kimsenin görmesini istemedi. Salondakilere sırtını dönmeyi göze alarak sandalyesini pencereye doğru çevirip dışarıyı seyretmeye başladı.

Bahçedeki koca ağaçta yalnızca iki yaprak kalmıştı. Taziyeye gelenler ölü yapraklardan oluşan altın sarısı halıya hayranlıkla bakıyor; bu muhteşem sanat eserini kirletmemek için üzerine basmadan özenle kenarından geçiyorlardı. Bu manzarayı izlerken gözünde üç-dört yıl öncesinden bir anı canlandı. Sıcak bir yaz günü Semih’le bu ağacın altındaki masada oturmuşlardı. Ismarladıkları soğuk gazozlarını getiren kahveciye:

“Bu ne ağacı usta?” diye sormuştu Ferzan… Kahveci, sanki bu sorunun sorulmasını bekliyormuş gibi heyecanla anlatmaya başlamıştı:

“Burayı satın alırken eski sahibi, ‘Sakın bu ağaca dokunma! Bu ağaç kutsal tapınak ağacıdır,’ demişti…Adam öyle deyince ben de merak edip araştırdım. Meğer bu ağaçlar ölümsüzmüş. Düşünsenize gençler, taa Nuh Nebi zamanında bile varmış bunlardan!” diyen kahvecinin sözleri üzerine Semih:

“İyi ki kesmemişsin usta, bu ağacın gölgesi olmasaydı kahvene gelmezdik,” deyince hepsi birden gülmüştü.

Bunları düşünürken rüzgâr kalan yapraklardan birini daha dalından ayırdı. Genç adam; minik bir fil kulağını andıran yaprağın döne döne yere doğru süzülüşünü yaşlı gözlerle izledi. Çok geçmeden sert bir esinti ağaçta kalan son yaprağı da havaya savurdu. Kutsal ve ölümsüz tapınak ağacı, artık yalnızca kuru dallardan ibaret çıplak bir ağaçtı. Ferzan elinin tersiyle gözyaşlarını silerken, tapınak ağacıyla aynı kaderi paylaştığını düşündü. Bir zamanlar ailesinin en kıymetlisiydi. Çevresindekiler:

“Bu çocuğun geleceği parlak, ileride kasabamızın gururu olacak,” diye şımartırdı onu… Oysa şimdi hayatını adadığı tüm değerler tapınak ağacının solan yaprakları gibi elinden tek tek kayıp gitmişti. Soğuk rüzgarlarla yapraksız baş etmeye çalışan tapınak ağacı kadar yalnız, tapınak ağacı kadar çıplak ve çaresizdi artık…

Hayattaki en değerli varlığını kaybetmenin acısıyla aşk acısı birleşmiş; ortaya çıkan tahammülü imkânsız sızı yalnızca ruhunu değil bedenini de yakıp kavurmaya başlamıştı. Aldığı her nefeste iliklerine kadar hissettiği korkunç acıdan kurtulmanın tek yolu, tapınak ağacının yaprakları gibi toprağa kavuşmaktı.Dayanamıyordu… Bir an önce huzur bulmalıydı. Nasıl ölmesi gerektiğini düşünürken; kahvecinin yıllar önce söylediği:

“Meğer tapınak ağacı ölümsüzmüş!” sözleri tuhaf bir şekilde saniyeler boyunca kulaklarında çınladı. Hayatının en zor anında gaipten gelen bir ses gibi beyninde yankılanan bu sözler, eğer bir mucize değilse, bilinçaltının üstü kapalı bir iletisi olmalıydı.

Tüm kederine rağmen, Rodin’in ‘Düşünen Adam Heykeli’ gibi bir elini çenesinin altına, diğerini de dizinin üstüne koyup bu mesajın anlamını çözmeye çalıştı. Dakikalar sonra, askerliğinin baharda biteceği aklına geldi. Kasabaya döndüğünde tapınak ağacı kadife tenli pembe çiçekleri ve yeni baştan kuşandığı taze yeşil yapraklarıyla onu karşılayacak, böylece eşsiz ve sonsuz olduğunu kanıtlayacaktı. Peş peşe gelen dertlerin tıpkı ölüm gibi çaresi ve telafisi yoktu. Buna karşın; dayanılmaz acılar çekiyor diye, ille de yok olması gerekmezdi.

Bitmez tükenmez bir devinim ve mücadeleden ibaret hayat; sunduğu özsu ile tapınak ağacını nasıl yeniden canlandırıyorsa, zamanı gelince ona da kederini unutturacak, yeniden yaşama sevinci verecekti. Yapması gereken tek şey sabırla zamanını beklemekti. Acısı biraz olsun hafiflemişti.

‘Askerliğim bitince hayat kaldığı yerden devam edecek’ diye düşündü. Derin bir nefes aldı. Sandalyesinden kalkıp salonun kalabalığına karıştı…

Editör: Mesude BOZKURT 

Baş Editör: Elif ÜNAL YILDIZ 

Önceki çalışmamı da inceleyebilirsiniz:

http://ÜSTÜN DÖKMEN’İN İNCİ KÜPELİ KIZI

Yorumlar (1)

  1. Çok iyi 3 saniyelik aşk 5 saniyede bitmiş 😂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Murat ÇOKÜRETEN

1963 Diyarbakır doğumluyum. İlk orta ve lise öğrenimimi Ankara’da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu Radyo Televizyon Sinema Bölümü’nden mezun oldum. Mezuniyetimi takiben TRT GAP Diyarbakır Radyosu’nda Yayın Şefi ve Program Yapımcısı olarak çalışmaya başladım. 2017 yılında TRT İzmir Radyosu’na tayin oldum. 2018 yılının ağustos ayında TRT’den emekli oldum. “Sürekli Basın Kartı” taşıyorum. “Küba Günlerim” adlı gezi, “Efsaneler Hikayeler” adında inceleme araştırma ve “Tapınak Ağacı” adıyla öykü türünde yayınlanmış üç kitabım var. Yaşamımı İzmir’de sürdürüyorum.