NAZIM’IN VASİYETİ

NAZIM’IN VASİYETİ

NAZIM’IN VASİYETİ

 

Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden,
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından,
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir,
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu,
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye,
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek, giderayak…

Dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet son nefesini, “Giderayak” adını verdiği şiiri yazdıktan dört yıl sonra vermişti. Sürgünde geçirdiği dört yıllık süre içerisinde, kuyudan çektiği suyu bardaklara koyup koymadığını, sevdalara doyup doymadığını bilmiyoruz.

Ama Nazım için yapacak önemli bir işimiz olduğunu gayet iyi biliyoruz. Önce Nazım’ı kendi yazdığı şiiriyle tanıyalım istiyorum.

Konumuz Nazım olunca meramımızı şiirlerle ifade etmek de kolay oluyor. İşte şairin ölmeden iki yıl önce yazdığı otobiyografisi:

1902’de doğdum, doğduğum şehre dönmedim bir daha; geriye dönmeyi sevmem. Üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim.

On dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği…
Kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim.

Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir, ben ayrılıkların. Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını, ben hasretlerin.
Hapislerde de yattım büyük otellerde de;
açlık çektim, açlık grevi de… İçinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

Otuzumda asılmamı istediler.
Kırk sekizimde barış madalyasının bana verilmesini; verdiler de…
Otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
Elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag’dan Havana’ya.

Lenin’i görmedim, nöbet tuttum tabutunun başında 924’te
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri, kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni, sökmedi.
Yıkılan putların altında ezilmedim.

951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün…
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırt üstü bekledim ölümü.
Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım.

Şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
Aldattım kadınlarımı, konuşmadım arkasından dostlarımın.
İçtim ama akşamcı olmadım
Hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı, ne mutlu bana…

Başkasının hesabına utandım, yalan söyledim.
Yalan söyledim başkasını üzmemek için…
Ama durup dururken de yalan söyledim.
Bindim tirene, uçağa, otomobile; çoğunluk binemiyor.

Operaya gittim, çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın…
Çoğunluğun gittiği kimi yerlere ben de gitmedim.
21’den beri camiye, kiliseye, tapınağa, havraya, büyücüye;
Ama kahve falına baktırdığım oldu.

Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiyemde Türkçemle yasak!
Kansere yakalanmadım daha, yakalanmam da şart değil.
Başbakan filân olacağım yok, meraklısı da değilim bu işin.
Bir de harbe girmedim, sığınaklara da inmedim gece yarıları…

Yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında.
Ama sevdalandım altmışıma yakın,
Sözün kısası yoldaşlar, bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da  insanca yaşadım diyebilirim ve daha ne kadar yaşarım, başımdan neler geçer daha kim bilir?


İnsanın kendini anlatması başkasının anlatmasından daha değerlidir. Hele büyük usta gibi duygularını ve yaşadıklarını çekinmeden, ait olduğu toplumdan sakınmadan kâğıda dökecek cesareti varsa daha da değerlidir. Bu güzel şiirde en çok etkilendiğim dizelerin:

Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir, ben ayrılıkların, kimi insan ezbere sayar yıldızların adını, ben hasretlerin” dizeleri olduğunu itiraf etmeliyim.

Çok sevdiği vatanından uzun yıllar uzak kalan Nazım, elbette ayrılıkların çeşidini de hasretlerin adını da gayet iyi bilecekti.

Memleketim, memleketim, memleketim,
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,

Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,

Enfarktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim, Memleketim…

Peki yüreğinde bu kadar büyük bir memleket aşkı taşıyan şair, doğup büyüdüğü topraklardan neden kopmuştu? Gelin birlikte bakalım:

Kendi deyimiyle, ‘on dördünden beri şairlik eden’ Nazım Hikmet’in başı, yazdığı şiirler yüzünden sık sık derde giriyordu. Hakkında açılan pek çok davadan beraat eden Nazım Hikmet; nihayetinde, “gizli örgüt kurmak, orduyu ve donanmayı isyana teşvik etmek ” suçlarından tutuklanarak 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildi.

Hapisteyken başladığı açlık grevi nedeniyle Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı. Takvimler 1950 yılının 13 Temmuz gününü gösterirken çıkarılan genel afla hastaneden taburcu edildi.

Pablo Neruda’nın: “Nazım’a sahip çıkın, biz onun yanında şair bile sayılmayız.” dediği büyük şair, serbest kaldığı yıl Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Neruda’yla birlikte “Uluslararası Barış Ödülünü” layık görüldü.

Ödülü aldıktan kısa bir süre sonra da askere alınacağını öğrendi. Askerlik yaparken öldürüleceği düşüncesiyle Sovyetler Birliği’ne gitti. Zira, Sabahattin Ali’nin başına gelenlerin kendi başına da gelmesinden endişe etmişti.

1950 yılı, Nazım Hikmet için iyi ve kötü olayların peş peşe geldiği bir yıl oldu. Adnan Menderes’in Başbakanlığını yaptığı Demokrat Parti hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılması da yine aynı yıla rastladı. Kaybettiği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına 59 yıl sonra yeniden kavuştu.

Ama ne vatandaşlığının geri verildiğini ne de doğumunun 100. yılı olan 2002 yılının UNESCO tarafından “Nazım Hikmet Yılı” olarak ilan edildiğini görebildi…

Altmışıma yakın sevdalanmışım,” dediği büyük aşkı Vera Tulyakova ölümünden sonra sık sık Nazım’ın mezarını ziyarete giderdi. Son ziyaretinde söylediği sözler; büyük bir aşkla birbirlerini sevenlerin her koşulda mutlu olacağının ispatı gibidir:

Seninle ayrıldığımıza inanamıyorum Nazım. Ne kadar aceleci davrandın! Oysa, bunca insanın aç, barınaksız yaşadığı yeryüzünde, bu kadar umutsuz insan varken biz seninle mutluyduk. Bu şaşırtıcı değil mi?

Mavi Gözlü Dev’in ölümünün üzerinden 61 yıl geçmiş. Ancak mezarı hala Moskova’da… Vasiyetini yerine getirmek için daha ne bekliyoruz?

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni,
Hasan beyin vurdurduğu ırgat Osman yatsın bir yanımda.
Ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörle türküler geçsin alt başından mezarlığın. 
Seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, tarlalar orta malı.
Kanallarda su, ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz.

Toprağın altında yatar upuzun, çürür kara dallar gibi ölüler,
Toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben, daha onlar düzülmeden
Duymuşum yanık benzin kokusunu, traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Komşulara gelince, şehit Ayşe’yle ırgat Osman,
Çektiler büyük hasreti sağlıklarında belki farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, öylece gibi de görünüyor
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa, taş maş da istemez hani.

Önceki çalışmamı da okuyabilirsiniz:

Tarih Boyunca Kitap Düşmanlığı

Cadı Avcıları Ya Da Linç Kültürü

Editör: Mesude Bozkurt

Genel Yayın Yönetmeni: Elif ÜNAL YILDIZ 

Yorumlar (2)

    • 23/04/2024

    Muhteşem...

    • 21/04/2024

    Hocam aktı gitti Nazım sayenizde...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Murat ÇOKÜRETEN

1963 Diyarbakır doğumluyum. İlk orta ve lise öğrenimimi Ankara’da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu Radyo Televizyon Sinema Bölümü’nden mezun oldum. Mezuniyetimi takiben TRT GAP Diyarbakır Radyosu’nda Yayın Şefi ve Program Yapımcısı olarak çalışmaya başladım. 2017 yılında TRT İzmir Radyosu’na tayin oldum. 2018 yılının ağustos ayında TRT’den emekli oldum. “Sürekli Basın Kartı” taşıyorum. “Küba Günlerim” adlı gezi, “Efsaneler Hikayeler” adında inceleme araştırma ve “Tapınak Ağacı” adıyla öykü türünde yayınlanmış üç kitabım var. Yaşamımı İzmir’de sürdürüyorum.