Göz Doyururken Toprağı Tüketiyoruz

Göz Doyururken Toprağı Tüketiyoruz

Göz Doyururken Toprağı Tüketiyoruz

Son zamanlarda beni derinden rahatsız eden bir gerçek var; öyle ki her geçen gün daha da büyüyor, gözümün önünde koca bir yangına dönüşüyor ama kimse dönüp bakmıyor bile. Toplum olarak bu kadar duyarsız, bu kadar alışmış ve bu kadar umursamaz hale gelmemiz belki de en acı olanı. Evet, mesele yalnızca tüketmek değil; neyi, nasıl ve ne uğruna tükettiğimiz… Ve dahası, bu tüketimin ardında bıraktığı enkaza gözlerimizi kapatmış olmamız.

Açık büfelerde tabaklara doldurulup çöpe dökülen yemekler, yalnızca birer atık değil; toprağın, emeğin ve geleceğin harcanması demek. Ama nedense kimse bunu dert etmiyor. Ve işte bu duyarsızlık, içinde yaşadığımız çağın en büyük sessiz çığlığı gibi duruyor karşımızda.

Turistik bölgelerde karşımıza çıkan ihtişamlı oteller, butik konaklamalar ve göz alıcı restoranlar; müşteri memnuniyetini en üst düzeye çıkarmak adına sundukları “açık büfe” konseptiyle adeta cömertlik gösterisine dönüşmüş durumda.

Masalar donatılıyor, tezgâhlar taşırılıyor, her damak tadına uygun onlarca çeşit yemek özenle diziliyor. Ancak bu zenginliğin ardında büyüyen bir karanlık var: Bitmek bilmeyen tüketim arzusu, açgözlülük ve nihayetinde kaçınılmaz bir israf.

Çoğu zaman insanlar tabaklarına, gerçekten ihtiyaç duydukları kadar değil, gözlerinin gördüğü kadar yemek alıyor. Kimi zaman sadece “tadına bakmak” bahanesiyle, kimi zaman ise sırf seçeneklerin bolluğuna kapılıp denemek uğruna… O tabaklar doluyor, sonra yarısı bile yenmeden çöpe gidiyor.

Bu durum, birkaç kişinin düşüncesizliğiyle açıklanamaz; bu durum başlı başına bir sistem sorunudur. Çünkü bu sistem, insanı doyurmayı değil, etkilemeyi amaçlıyor. Gösterişli sunumlar, sonsuz seçenekler ve her şey dâhil mantığıyla beslenen bu düzenin faturası ise ağır: her gün tonlarca yiyecek, kilolarca ekmek, aylarca süren üretim ve doğanın kaynakları göz göre göre heba ediliyor.

Ancak bu durum burada bitiyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Mesele, tabağımızda kalan artıklardan ibaret değil; bu israfın ucu toprağın bağrına kadar uzanıyor. Açık büfeye olan yoğun talep, otelleri ve restoranları her gün daha fazla ürün tedarik etmeye zorlarken, bu baskı doğrudan çiftçinin omuzlarına yükleniyor.

“Yetiştir, daha fazlasını üret, zamanında teslim et” dayatmaları altında ezilen üretici, doğaya saygı göstermeyi değil, verimliliği kutsamak zorunda kalıyor. Bu da beraberinde kimyasal gübrelerin, büyüme hormonlarının ve verim artırıcı zehirlerin toprağa hoyratça boca edilmesini getiriyor. Çünkü sistem, doğal olanı değil, yetişmesi gerekeni önemsiyor. Böylece sofrada başlayıp çöpte son bulan her israf, aslında tarlada başlayan ve toprağın canını acıtan bir zincirin parçası hâline geliyor.

Üstelik bu plansız talep döngüsü, yalnızca doğayı değil ekonomiyi de zehirliyor. Talep arttıkça ürün az bulunur hâle geliyor, bu da fiyatların tırmanmasına neden oluyor. Bir otelin çöpe attığı sebzeler yüzünden, şehirdeki bir annenin çocuğuna pazardan domates alamadığı günlerden geçiyoruz. Yani bu israf, sadece otelin mutfağında kalmıyor; pazarda, manavda, soframızda ve cebimizde yankı buluyor.

Bu noktada düşünmek sormak gerekir: Gerçekten açlığımızı mı bastırmak istiyoruz, yoksa gözümüzü doyuramayan o bitimsiz gösteriş arzusunun esaretine mi teslim olduk? Doymakla gösteriş arasında ince bir çizgi vardır; biri hayatta kalmanın doğal bir gerekliliği, diğeri ise tüketim toplumunun körleştirdiği bir haz arayışıdır. Ne yazık ki günümüzde bu çizgi, oburluğun gölgesinde silinmeye yüz tutmuştur.

Artık anlamalıyız ki: Bu tüketim biçimi ne etik açıdan savunulabilir ne de sürdürülebilir. Turizm sektörü, “daha fazlasını sunalım” anlayışını terk etmeli; onun yerine ölçülü, bilinçli ve israfa kapalı sistemler kurmalıdır. Açık büfeler değil, ihtiyaca göre düzenlenmiş, bilinçli tüketimi teşvik eden porsiyon servisleri yaygınlaşmalıdır.

Oteller ve restoranlar, misafirlerine sadece lezzet değil, vicdani bir sorumluluk da sunmalıdır.  “Yemediğini alma” kültürü, lüks değil bilinç meselesi olmalı. Zira “yemeyeceğini alma” çağrısı artık bir nezaket cümlesi değil, yaşadığımız çağın ahlaki zorunluluğu olmalıdır.

Tarım politikaları da bu yeni anlayışa göre yeniden inşa edilmelidir. Aşırı talep uğruna doğayı zorlayan üretim modeli yerine, doğaya saygılı, toprağın ruhunu bozmayan, sürdürülebilir tarım uygulamaları teşvik edilmelidir. Çünkü toprağın kimyasallarla zehirlenmesi, yalnızca ürünün değil, geleceğimizin de çürümesidir.

Unutulmamalıdır ki bunca israf sadece bireysel bir kusur olmanın dışında, zincirleme bir çöküşü de beraberinde getirir. Her tabakta heba edilen yemek, yalnızca çöpe gitmez; çiftçinin emeğini, toprağın direncini, suyun sabrını ve halkın alım gücünü de beraberinde sürükleyerek bir yıkımın habercisi olur.

Murat Çatal

Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal Yıldız

Bu yazının bütünü yazarına aittir.

Bir önceki yazımı okudunuz mu? 
Instagram

Yorumlar (0)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Murat Çatal

Fisildayankalemler.org online gazetemizin Editörü ve Yazarıdır. Almanya’da yaşamaktadır. Araştırmaları, Antropoloji alanındadır. ‘Tanrıların Gizemi’, ‘Doğru Bilinen Yanlışlar’, ‘Alevi Ritüellerinin Kökeni’ ve ‘Die Ursprünge der Alevitischen Rituale’ adlarında dört antropoloji araştırma kitabı bulunmaktadır. https://1000kitap.com/kitap/tanrilarin-gizemi--355711?hl=tr https://www.sinirsizyayincilik.com/kitaplar/alevi-rituellerinin-kokeni/ https://www.sinirsizyayincilik.com/kitaplar/dogru-bilinen-yanlislar/ https://fisildayankalemler.org/author/muratcatal/