Fatma Yaman -
Fatma Yaman, Adana'nın sıcak ve bereketli topraklarında dünyaya geldi. Çocukluğu, narenciye kokulu sokaklarda, güneşin içini ısıttığı taş avlulu evlerde geçti. Henüz küçük yaşlardayken kelimelere merak saldı; kitapların içinde kaybolmayı, hikâyeler uydurup defter kenarlarına resimler çizmeyi bir oyun değil, bir varoluş biçimi olarak benimsedi. Bu derin ilgi onu, ileride mesleğini de tutkusunu da şekillendirecek olan yola yönlendirdi: Türk Dili ve Edebiyatı.
Üniversite yıllarında edebiyata olan ilgisi sadece teorik düzeyde kalmadı. Aynı zamanda yazmanın, anlatmanın ve çocuklara ulaşmanın farklı yollarını da araştırmaya başladı. Mezuniyetinin ardından Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak öğrencilerine yalnızca bir dersin içeriğini değil, kelimelerin taşıdığı duyguyu, yazının ardındaki düşünceyi ve edebiyatın iyileştirici gücünü de aktardı. Öğretmenlik, onun için bir meslekten çok bir köprüydü; insanlarla kalpten kalbe uzanan bir anlatı köprüsü.
Bu yıllar içinde bir kadın olarak büyüdü, evlendi, bir erkek çocuk annesi oldu. Anne oluşu, hayatındaki en derin, en dönüştürücü deneyimlerden biri oldu. Annelik, ona yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda içinden taşan yeni bir yaratıcılık verdi. Oğlunun doğumuyla birlikte, gözlemlerini, duygularını ve hayal gücünü harmanlayarak okul öncesi çocuklara yönelik kitaplar yazmaya ve çizmeye başladı. Bu kitaplarda çocukların dünyasına dokunuyor, onların kalplerine sıcak, güvenli bir hikâye evi kuruyordu. Kaleminden dökülen her cümle, çizgilerine eşlik eden her renk; sevgi, merhamet ve umut taşıyordu.
Ancak hayat her zaman bir masal gibi ilerlemedi. Evliliği zamanla çatladı ve sonunda bir ayrılıkla son buldu. Boşanma süreci, onun iç dünyasında derin bir iz bıraktı ama aynı zamanda kendi ayakları üzerinde durduğu, kadınlığına ve üretkenliğine daha sıkı sarıldığı bir dönemin de başlangıcı oldu. Yalnızlığı, bir eksiklik değil; kendini tanıma ve yeniden kurma fırsatı olarak gördü.
Bugün Fatma Yaman, hem bir öğretmen hem bir anne hem de çocukların iç dünyasına incelikle dokunan bir yazar ve çizer olarak yaşamına devam ediyor. Yazdığı ve resimlediği okul öncesi kitaplar, çocukların hayal gücünü beslerken, ebeveynlere de sevgiyi, anlayışı ve sabrı hatırlatıyor. Adana'nın sıcaklığı hâlâ sesinde, kelimelerinde ve çizgilerinde hissediliyor. O, kendi içinden büyüttüğü ışıkla hem oğlunun hem de dokunduğu çocukların dünyasını aydınlatmaya devam ediyor.
Yazar Hakkında
Geleceğe Ekim
Köy sabahı sessizdi ama toprak uyanmıştı.Nazlı Hanım, sabah ezanı okunmadan tarlaya varmış, ellerini kara, yüreğini dua ile buluşturmuştu. Ellerindeki çatlaklar gibi içi de çoktan
parçalanmış, ama hâlâ ayaktaydı. Çünkü iki kızı vardı. Ve her sabah o iki isimle başlıyordu güne: Fatma ve Hatice
Omzunda çapayla yürürken arkasından fısıldaşmalar duyulurdu köy yolunda.
“Kocasız kadın iş mi yapar?”
“İki kızı okutacakmış, sanki vali mi olacaklar?”
“Başını açtı, kasabaya göndermiş çocukları. Yazık, köy görgüsünü unuttular.”
Nazlı duymazdan gelirdi. Oysa duymazlık bir nimet değil, zorunluluktu.
Kadın yalnızdı. Kocası, Fatma daha sekiz yaşındayken göçüp gitmişti. “Kadın başına yapamaz,” demişlerdi o zaman da.Ama o yaptı.Hem de sessizce, dimdik, tarlanın ortasında güneşle birlikte kavrularak…
O gün köy kahvesinin önünden geçerken muhtarın sesi duyuldu:
“Yine mi gidiyorsun tarlaya, Nazlı? Duymazlıktan geldi Nazlı bu fesat soruyu...Gözleriyle otobüsün arkasından baktı uzun uzun. Toz içinde bir yol, kalabalıkta yitip giden kızları… ama yüreği ilk kez ferah, ilk kez hafifti.
Hatice son anda camdan uzanıp el sallamıştı:
“Anne! Biz seni gururlandıracağız!”
Nazlı içinden cevap verdi:
“Ben zaten gururla yaşıyorum yavrum… Siz olduğunuz için.”
Köy meydanı sessizleşti. Herkes dağıldı. Ama dedikodular dağılmadı.
Hâlâ onun ardında fısıldayan diller vardı, ama artık o dillere değil, o ellerle okuttuğu kızlarının sesine kulak veriyordu Nazlı.
Evine döndüğünde sobanın yanına oturdu. Eski bir defteri çıkardı.
Fatma'nın küçücükken yazdığı ilk cümle hâlâ duruyordu kapağında:
"Ben büyüyünce doktor olacağım ve annemi hiç üzmeyeceğim."
Nazlı gözlerini kapattı.
Bir kadının omuzlarına konan yükün ağırlığını değil, o yükle kurduğu geleceği düşündü.Tek başınaydı belki ama yalnız değildi.Bir annenin duası, teri ve sabrı; öyle köklenmişti ki kızlarının hayatına, o bağ artık ne lafla kopardı ne yalnızlıkla solardı.
Günler geçtikçe, köyde bir şeyler değişmeye başladı.Komşu kadınlardan biri, bir akşam elinde sepetle kapısını çaldı.
“Ben de kızımı liseye göndermek istiyorum ama korkuyorum Nazlı... El âlem ne der diye…”
Nazlı kapıyı ardına kadar açtı.
“El âlemin lafı tarlaya ekilen taş gibidir. Ne yeşerir, ne doyurur.Sen tohuma bak.Kızına inan.Gerisi yel gibi geçer.”
Kadın gözleri dolarak başını eğdi.
Nazlı ilk kez o akşam bir başka kadının içinde kendini gördü.
Yıllar önce yalnızken nasıl susarak büyüdüyse, şimdi başka kadınlara da ses oluyordu.
Toprağın kadınıydı, ama artık sadece kendi toprağını değil, başkalarının yüreğini de yeşertiyordu.
Aylar sonra Fatma kasabaya dönüp annesini ziyarete geldi.
Üzerinde zarif bir ceket, içinde çocukluğunun o tanıdık sıcaklığıyla annesinin yanına oturdu.
“Anne, rektör yardımcısı seninle tanışmak istiyor. ‘Böyle bir kadını yetiştiren annenizle tanışmak isterim’ dedi. Ne cevap vereyim?”
Nazlı gülümsedi.
Yüzünde yılların emeği, gözlerinde toprağa ve emeğe duyulan sadakat vardı.
“De ki…
Benim annem, tırnaklarıyla toprak kazarak bizi büyüttü.Yoruldu ama yutkundu.Korktu ama durmadı.Susturuldu ama susmadı.Annem köydeydin sanıldı, ama aslında bizim içimizdeydi.Ve annem her şeyden önce kadındı, anneydi ve insan gibi kaldı.”
Nazlı, sobaya bir odun daha attı.
Kıvılcımlar gözlerinde yandı.
“Gök çok uzak değil kızım.Sen yeter ki yere sağlam bas.Ben senin toprağını oldum, şimdi sen de başka kızların gökyüzü ol.”
---
Ve o akşam, gökyüzü yıldız doluydu.Nazlı başını kaldırıp yıldızlara baktı.İçinden geçen tek cümle şuydu:
"Ben toprağa değil, geleceğe ektim kızlarımı."Ve ne mutlu ki…O tohumlar artık filiz değil, gövde vermiş, meyveye durmuştu.