ANADOLU’DAN İNGİLTERE’YE

ANADOLU’DAN İNGİLTERE’YE

ANADOLU’DAN İNGİLTERE’YE

Bir zamanlar küçük bir köyde göçebe bir aile vardı. Köyün en sonunda davar ağılının yanında, sadece kışları akan çayın kenarında, iki göz toprak damda kıt kanaat yaşayıp giderlerdi.

Anne, baba, dört kız  ve bir erkek evlatları olan bu ailenin bir derdi vardı. Gelecekleri için hayal kurdukları tek oğulları hep yurtdışına gitmek istediğini söyler, ailenin yüreğini hoplatırdı.

Oysa elinde gül gibi mesleği vardı. Berber çırağıydı, ileride kendi dükkanını açacak kasabaya yerleşecekti. Oradan da ver elini yurt dışı neresi olursa bahtına.

O zamanlar Almanya işçi alıyordu. O kadar çok giden oldu ki, onun şansı da çok yüksekti ama bir türlü başvurusu kabul edilmedi. Bu gencin köyde sevdiği bir kız vardı. İkisi birlikte başvurmuşlar kızın Almanya’ya işçi olarak kabul edildiği haberi gelmişti.

Haber doğruydu da yalnız başına herkesi geride bırakıp gidemezdi. Kızcağız ayağına gelen şansı sevdiceği uğruna tepti. Arkadaşıyla konuşup bir karar verdiler. Anca beraber kanca beraber gidilecekti gurbete…

Aradan epey zaman geçti. Delikanlının İngiltere’ye gidebilme şansı doğdu. İşçi olarak gidebilecekti. Ailesi, sevdiceği, hiçbir şey engel olamazdı ona, kararını çoktan vermişti.

Durumu ailesine ve arkadaşına anlattı. Kendince büyük bir yükten kurtulmuştu fikrini söylemekle. Sevdiceği gönül kırıklığı içinde aldıkları kararı hatırlattı. “Sen oralara gidersen bizi unutursun bir daha geri gelmezsin.” dedi.

Ailesi biricik oğullarının akşamları damlarına dönmesini dört gözle beklerken şimdi bir bilinmeze gideceği için üzgünlerdi. Bu durumdan biri hariç hepsi üzgündü.

Ayrılık günü geldi çattı yemekli bir veda toplantısından sonra dualarla uğurlandı yaban ellere. Geride kalbi kırık sevdiceği, arkadaşları, bacıları, yaşlı ana babası kaldı bir de yıllarını geçirdiği köyü.

Gurbetten köye mektuplar en az bir yılda gelirdi. Gurbete giden, yeni yerlerin farklı yaşamların büyüsüne çabuk kapılmıştı. Geride kalanları sadece hoş birer anı olarak hatırlıyordu.

Arada aklına gelse de sevdiceği çabucak unutuyordu. Avrupalı güzel kızlar köyün kızları gibi değildi. Arkadaşlık kurmak, yemeğe çıkmak, eğlenmek daha kolaydı. Kendi mesleğini yaptığı bir iş de bulmuştu. İstediği hayatı yaşamaya başlamıştı. Gurbette sevdiceğini de unuttu yavaş yavaş.

Oysa o fedakârlık edip kendi şansını tepmişti. Aylar yılları, yıllar yılları kovaladı. Kendi meslektaşı olan İngiliz bir kadınla evlendi. Köyünde bıraktığı kızcağız ondan umudu kesmiş başka bir köye gelin gitmişti.

Bir gün eşiyle birlikte çıktı geldi köyüne. Ailesi biraz yadırgasa da kabullendiler. Biricik evlatları sağ salim gelmişti ya gerisi önemli değildi. Yabancı gelin köye çabucak uyum sağladı. Köylüler gibi giyindi. Onlarla birlikte sürüyü otlattı, tarlada çalıştı. Yer sofrasına oturdu. Köylüler pek sevdiler yabancı gelini.

Eski sevdalılar karşılaştılar bir gün. Birinin soracak, diğerinin verecek hesabı vardı. Sesler yükseldi, kırık kalpler yeniden tuz buz oldu. Öküz öldü ortaklık bozuldu. Köylülerin deyimiyle badas üleşildi.

Zaten bütün millet eski iki sevdalının vereceği tepkiyi merak ediyordu. Apaçık gördüler, duydular. Sapsarı beline kadar inen yeni gelini o da beğenmişti. Yabancı gelinin bu durumlardan haberi yoktu, kavganın sebebini de anlamadı. Sanki sorsaydı dilini tek bilen kocası doğruyu söyler miydi?

Yaz tatili boyunca evlere konuk oldular, tarihi yerleri gezdiler güzel vakit geçirdiler. Her iki taraf halinden memnun döndüler yeni yurtlarına.

Geride kalanlar bir süre daha yaşanan güzel günlerin keyfini çıkardı. Her şeyin yolunda olması güzeldi. Bir de kırık kalpler olmasaydı. Uğruna Almanya hakkından vazgeçen genç kadın günlerce etkisinden kurtulamadı yaşadıklarının.

Kendi kendini hesaba çekti durdu. “Aha bak benden nasıl kolayca vazgeçti? Ahım tutsun onu.” dedi söylendi durdu. Evliliğinde mutlu olamamıştı. Tek tesellisi evladıydı.

Adamınsa yabancı gelinden bir kız bir erkek, iki evladı olmuştu. Artık her yaz gelmeye başladılar. Durumları iyiydi. Eşiyle birlikte kendi dükkanlarını açmışlar çalışıyorlar iyi de kazanıyorlardı. Dilini de iyice öğrenmiş oralı olmuştu.

Köye her geldiklerinde farklı arabayla gelir su gibi para harcarlardı. Konak gibi ev bile yaptırdılar köye. Yıllar su gibi aktı geçti. Saçlarına ak düştü, çocuklar büyüdü.

Farklı kültürlerden olmanın zorladığı, geçmişe duyulan özlemin, yoğun duyguların arttığı zamanlardı. Adam yeni yeni iç hesaplaşmaya girmişti. Yaşamanın tadı tuzu kalmamıştı. Çocukların büyümesi anne tarafına daha çok bağlanmaları terk edilmişlik hissi veriyordu. Karısı da ondaki boş vermişliği anlamıyor iyice uzaklaşıyordu.

Bir gün dananın kuyruğu koptu. Karısı ayrılmak istediğini söyledi. Bütün kazancımızı har vurup harman savurdun, başına buyruk yaşadın deyip hesabı kesti. Kadın yabancı da olsa duygular tüm insanlar için aynıydı.

Tutunduğu son dakikada elinden kayıp gittiğini anlayan adam çocuklarıyla vedalaşıp köyüne geri döndü. Yıllar içinde annesini, babasını, ablasını ve kardeşini kaybetmişti. Önce mezarlarını ziyaret etti. Eski toprak damlarını, ağılı orada geçen çocukluğunu hatırladı.

Bu yıkıntıların arasında bir süre gezindi. Anıları canlandı bir bir. Anası sacda yufka pişirirken bir tanesini kapar bisikletine biner uçarcasına kasabanın yolunu tutardı. Ağıldan davarlardan kaçabildiği kadar kaçardı.

Gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle sildi. Oysa buralardan gidebilmek için neleri feda etmişti. Kışın coşkun akan çayın suları ağıldaki kuzuları bir gecede önüne katıp götürmüştü.

O zaman da çok ağlamıştı. Köyün en yüksek tepesine çıkıp seyrederken bütün yaşamı gelip geçti gözlerinin önünden, uzun uzun düşündü.

Köyünde kalsaydı, sevdiceğiyle evlenseydi, çocukları olsaydı, onları geleneklerine göre yetiştirip everseydi, askere gönderseydi ne güzel olurdu. O tepede ne kadar zaman geçirdi anlamadı.

Vakit akşamüstüydü. Toprak damların bacasından dumanlar tütmeye başladı. Ocaklarda ateşler yanıyor, tencereler kaynıyor, bacadan çıkan duman göğe yükseliyordu. Sevdiceği de yoktu artık, öleli yıllar olmuştu.

Koskoca bir yaşamın muhasebesini yaptı. Ne geçmişi geri getirebilir ne de yaşananları, yaşayamadıklarını…

Bir zamanlar şans gibi gördüğü onu mutlu eden şeylerin koca bir pişmanlığını yaşıyordu yapayalnız.

Bu sefer kendi hesabını kendi verdi. Ne gören oldu ne duyan, kendisinden başka…

 

Bu yazının bütünü yazarına aittir.

Elife AKGÜL

Bir önceki yazımı okudunuz mu?

DENİZLER

Facebook

Editör: Duygu BALCI

Genel Yayın Yönetmeni: Elif ÜNAL YILDIZ

Etiketler:

#yaşam

Yorumlar (0)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Elife AKGÜL

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunuyum. 58 yaşındayım ve ev hanımıyım. Yörük kültüründen etkilenerek kendi yaşamım ve ailemin yaşantıları üzerinden hatıralar ile roman ve öyküler yazdım. Aynı konseptte edebi ürünler üretmeye devam ediyorum. Şu ana kadar yazdığım fakat yayınlanmamış bir roman, bir öykü, bir tiyatro senaryosu ve bir şiir bulunmaktadır. Tarzımı Cengiz Aytmatov ve Yaşar Kemal’e yakın görüyorum.