Küçük Eller Büyük Yükler

Küçük Eller Büyük Yükler

12 Haziran – Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü

Küçük Eller, Büyük Yükler;

Gökyüzü, bir çocuğun düşleriyle maviye boyanır; ama bazı çocukların gökyüzü fabrika dumanıyla griye çalar.
12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü, bu griliği yırtıp maviyi geri getirme çabasının bir sembolüdür.
Küçük eller, neşenin izlerini değil, makine dişlilerinin sertliğini taşıyor; çocukluk, fabrika kokmaz ama bazı çocuklar için hayat, ter ve toz kokar.
Bu yazıyı o çocukların sessiz haykırışlarına bir ses, narin omuzlarındaki ağır yüklere bir tanıklık sunmak için kaleme alıyorum.

Jean-Jacques Rousseau; 

“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur,” derken, belki de çocuk işçilerin zincirlerini kastetmemişti; ama bu söz, onların dramını anlatmaya ışık tutuyor. 

Özgürlük, bir çocuğun koşup oynama hakkı değil midir? 

Oysa bazı çocuklar, masumiyetin sıcaklığını öğrenmeden makinelerin soğukluğuna zincirlenir. Onların küçücük elleri ve bir daha geri gelmeyecek hayal gücü, geleceğini kendi kimliğiyle keşfetmek için kalem tuttuğu sınıflarda, hayal kurduğu parklarda, aklından dahiyane fikirler çıkan etkinliklerde ve sosyalleştiği arkadaşlıklarda değil fabrika tezgâhlarında kaybolur.
Bu bir metafor değil gerçeğin ta kendisidir.
Ve çocukluk bir bahar dalıyken, dalından koparılıp ezilen bir çiçek oluyor…

Bir çocuğun gözyaşı tüm şairlerin şiirlerinden daha duygulu ve tüm gerçeklerin yüzleşmesinden daha ağırdır.
Çocuk işçiler, gözyaşlarını içlerine akıtır; çünkü ağlamak onların dünyasında bitmek bilmeyen bir esaretin gölgesinde bırakılmış ulaşılamaz bir sığınak, susturulmuş bir çaresizlik ve kaybolan bir umuttur.
Sosyal adalet bu gözyaşlarını silmekle başlar.
Adalet bir çocuğun eline kalem yerine tornavida, oyuncak yerine çekiç tutuşturulmasını reddetmektir.
Charles Dickens’ın Oliver Twist’inde yansıyan yoksulluk ve sömürü bugün hâlâ capcanlıdır.
Dickens, sokak çocuklarının çaresizliğini anlatırken sanki bugünün fabrika köşelerindeki çocukları da görmüştü.

Bu çocukların hikâyesi, bir trajedinin satırlarına sığmaz.
Onlar sabahın köründe uyanır, fabrika sirenlerinin keskin çığlıklarıyla güne başlar.
Bir metaforla ifade etmek gerekirse, bu çocuklar, kanatları kırık kuşlardır; uçmaları gereken gökyüzünde, bir kafesin içinde çırpınırlar. 

Halil Cibran;
“Çocuklar sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen hayatın oğulları ve kızları.” der. “Çocuklara Dair” yazısında.
Ama bu çocuklar hayatı özlemek yerine, hayatın yükünü sırtlanır.
Onların omuzlarında sadece çuvallar değil, bir toplumun yok olmuş vicdanı da taşınıyor.

Çocuk işçiliği bir geçim yolu değil, insanlık vasfına ve insanların kendisine olan saygısına kazınmış bir lekedir. 

“Özgürlük başkalarının özgürlüğünü tanımakla başlar.”

Bir çocuğun özgürlüğü zincire vurulurken, insanlığın masumiyeti gölgelenir.
Bir çocuğun özgürlüğüne ihanet hayatın amacına ihanettir ve bu ihanet özür kabul etmez bir mahcubiyetin yüzsüzlüğü olacaktır.
Çocukların geleceği hepimizin geleceğidir ve bu vicdanın adalet sesini duymanızla mümkün.
Çocuklar özgür değilse insanlıkta değildir.
Hayalleri ve fikirleri engellenen her çocuk gelecek neslin ve doğacak her çocuğun gözyaşları ve pişmanlıkları demektir, buna izin vermeyin.
Vicdani adalet bu gözyaşlarını durdurmanın ve gülmesi gereken çocuklarla dolu bir Dünya’nın tek yoludur.
Çocuk hakları sadece bir manifesto değil, insanlığın geleceğine olan kutsal bir borçtur; çünkü bir çocuğun çalıştırılması sadece onun çocukluğunu değil, insanlığın masumiyetini de çalar.

Bu dram bir sonla bitmez; çünkü her gün bir çocuk hayallerini, fikirlerini ve geleceğini keşfetmesi gereken bir çocukluğun Güneşe gülen aydınlığında değil, onu büyütmesi gereken büyüklerinin getirdiği bir fabrikanın karanlığında hayata tutunuyor.
Ama belki de bir umut vardır…

“Zulmün olduğu yerde isyan vardır.”

Çocuk işçiliğine karşı mücadele bu isyanın ta kendisidir.
Küçük eller, büyük yüklerden kurtulduğunda, gökyüzü yeniden maviye döner.
Çocukluk, fabrika kokmaz; çocukluk, kahkaha kokar, düş kokar, umut kokar.
Umarım bu yazı o küçük ellerin yüklerini hafifletmek için bir yemin, onların sessiz çığlıklarına bir ses, zincirlerini kırmak için bir kılıçtır.
Çünkü bir çocuğun gülüşü, dünyayı değiştirecek kadar güçlüdür.

Oğuz KARABULUT

Bu yazının bütünü yazarına aittir

Toprağın Kalbi Susarsa İnsan da Susar

 

Yorumlar (0)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Oğuz KARABULUT

1995 Yılından bu yana Bursa'da doğdum ve yaşıyorum. Mesleğimi Bilişim sektöründe icra ediyorum. Birşeyler yazmaya İlkokul'da 9 yaşımda eğlence amaçlı akrostiş şiirler yazarak başladım. Çocukluk psikoljisiyle yeteneğim arkadaşlarım ve öğretmenlerim tarafından ilgi gördükçe yazmaya daha da yoğunlaşarak akrostiş yerine standart şiirler yazmaya çalıştım. Sanırım 4. Sınıfta sınıf öğretmenimiz birşeyler yazmamızı istemişti o an ki düşüncemle duygusal anlamda daha etkileyici olacağını düşünerek Anne şiiri ve bu şiiri annesini özlemiş bir çocuk duygusuyla yazmıştım. Tahtaya çıkıp okuduğum da okudukça öğretmenimizin ağlamaya başladığını mendille gözlerini sildiğini fark etmiştim okumam bittiğinde kalkıp bana sarılıp öpmüştü. Dedim ya o an ki çocuk psikolojisiyle bu durumdan mutlu olmuştum çünkü amacım buydu ve yazdığım şiir dinleyenleri etkilemişti hemde istediğim şekilde. Ancak tenefüste yanına gidip annemin yaşadığını şiirin etkileyici olması için bu şekilde yazdığımı söylemiştim. Bu hiç unutmadığım bir anıdır şiirin birer satırdan ibaret değil belirlenen hislerin sanatsal bir ifadeyle aktarılması olduğunu o zamanlar fark etmiştim. 5. Sınıfta Türkçe öğretmenimiz ders esnasında Şiir, kompozisyon, hikaye benzeri etkinlikler yapmamızı isterdi bu konuda hırslıydım ne yalan söyleyeyim ilgi çekmeyi de severdim hangi çocuk sevmez ki bu beni gaza getirirdi açıkçası. Bize verdiği konularda en uzun yazıyı en kısa sürede ben yazardım ve 42 kişilik sınıfta tek yıldız alan bendim bu durum yazma hevesimi körüklüyordu aslında yazmayı seviyordum ancak çocukluk psikolojisiyle bir nevi motivasyon aracım olmuştu. Hali hazırda 5-6 yaşlarımda dinlemeye başladığım Rap müzikleri ezberleyip okulda, mahallede ve öğretmenlerimin neredeyse her gün defalarca kez beni tahtaya çıkartmasıyla okurdum. 11 yaşımda Rap sözleri de yazmaya başladım kendi çapımda birşeyler karalıyordum ve adımın Oğuz olduğunu kimse bilmezdi henüz okula bile gitmediğim yaşlarda adım Rapçi'ye çıkmıştı. Uzun lafın kısası hâlâ daha hobi olarak Şiir, Rap lirikleri ve farkındalığa sebep olmak istediği psikoloji yazıları ve deneme yazıları yazıyorum. Aslında yazmakta ki en temel amacım içimi dökmek ve deşarj olmak. Anlatamadıklarımı veya insanlarla konuşmak istemediklerimi, suskunluklarımı, üzüntülerimi doğrusu anlaşılmadığımı düşündüğüm veya duygusal olarak içimde ki tüm birikmişliği yazarak rahatlamak. Silinmesi, yok olması umrumda bile değildi. Sadece yazmayı seviyorum ve yazmayı seni en iyi tanıyan ve anlayan bir başka sen olarak tanımlıyorum. Yani yazmak bir nevi seni anlayan bir sen demek benim için kısaca. Bunu bir başka benle kısıtlamanın bencillik olduğunu birçok bir başka benlerin yazdıklarımda kendinden bir başkasını görmesinin, okumasının, içinde sessiz kalan birşeyleri satırlarımda bulduğunda tebessüm etmesinin daha değerli ve anlamlı olacağını düşünüyorum ve o tebessümlere ait yüreklere fısıldayan bir kalem olmayı temenni ediyorum. Oğuz KARABULUT