Zihnin Toplumsal Yankısı

Zihnin Toplumsal Yankısı

Zihnin Toplumsal Yankısı

İnsan dediğimiz varlık gerçekten yalnızca düşünen bir canlı mıdır? Elbette ki hayır. Düşünürüz ama bu düşünceler kendi kendine oluşmaz. Çünkü bizler, düşünen bir toplumun içinde var olanlardanız. Peki ya yargılarımız, davranışlarımız, hissettiklerimiz?

Bunlar sadece bizim bireysel tercihlerimiz mi? Hayır, çoğu zaman değil. Zihnimizde beliren birçok düşünce, aslında çevremizden öğrendiklerimizin birer yansımasıdır.

O hâlde şöyle sorabilir miyiz: Zihnimizi şekillendiren şey sadece genetik mirasımız mı yoksa toplum da bu şekillendirmede söz sahibi mi? Cevap oldukça net aslında; her ikisi de. İşte tam bu noktada devreye sosyokognitif kuram giriyor.

Bireyin düşünme, öğrenme ve davranış geliştirme süreçlerinin yalnızca içsel özelliklerin dışında, sosyal çevreye, gözlemlere ve toplumsal etkileşimlere de bağlı olduğunu savunan bu kuram, insanı anlamak için sadece onun iç dünyasına değil, dış dünyasına da bakmamız gerektiğini söyler.

Çünkü bu yaklaşıma göre zihinsel süreçler, yalnızca bireysel olmadığı, sosyal etkileşimlerle birlikte şekillenir. Yani bir insanı gerçekten anlayabilmek için onun çevresine, yaşadığı deneyimlere, izlediği modellere ve karşılaştığı tepkilere de mutlaka bakmak gerekir.

Peki kendimize olan inancımız, başarabileceğimize dair içten hissettiğimiz güven duygusu nereden gelir? Bandura buna “öz yeterlik” diyor. Öz yeterlik, “Ben bunu yapabilirim” diyebilme becerisidir.

Fakat bu duygu gökten zembille inmez, yaşadığımız deneyimlerle, çevremizden aldığımız tepkilerle, başkalarının başarılarını izleyerek gelişir. Yani bir çocuğun kendi gücüne inanması, ona sürekli “yapabilirsin” diyen bir çevrede büyümesine de bağlıdır.

Yani insanın kendi gücüne, yeteneğine ve potansiyeline duyduğu güvendir. Ancak bu duygu öyle bir sabah uyanınca ha demeyle olmadığı gibi gökten zembille de inmez. İnanç, çoğu zaman yaşanmışlıkların, üstesinden gelinen zorlukların ve çevreden gelen destekleyici yankıların bir bileşimi neticesinde gelişir.

İnsan bazen başkasının başarısında kendi ihtimalini görür, bazen bir sözle içinde cesaret büyür. Bir çocuğun kendi kudretine inanması, ona “yapabilirsin” diyen seslerin arasında büyümesiyle mümkündür. Çünkü umut ve kararlılık, en çok tekrar edildiğinde yer eder insanın zihnine. Ve o inanç, bir kez kök saldı mı, öyle her rüzgârda devrilmez.

Bu kuramın etkisi nerede kendini gösterir, biliyor musunuz? Günlük yaşamımızda ve hatta en sıradan anlarda bile karşımıza çıkar. Bir çocuk, televizyonda şiddet içeren bir dizi izledikten sonra, ertesi gün okulda neden daha saldırgan davranır?

Zira ekranda gördüğü davranışı sadece izlemekle kalmayıp onu taklit eder, içselleştirir ve gerçek hayatta da uygulanabilir hale getirir. O şiddeti normal, hatta gerekli bir tepki biçimi olarak algılar. Çünkü öyle görmüştür bu kadar basit.

Benzer şekilde, küçük bir kız çocuğu eğer annesinin sürekli susan, kendi ihtiyaçlarını geri plana atan, her şeye boyun eğen biri olduğunu görerek büyürse, bu sessizliği “kadın olmanın gereği” olarak öğrenir. Yıllar sonra o da benzer bir kimliğe bürünebilir; çünkü onun için bu durum, en yakından tanıdığı ve gözlemlediği örnektir ve ömrünün sonuna kadar pısırık biri olarak kalabilir.

Zira öğrenme dediğimiz şeyin sadece söylenenlere kulak vermekle gerçekleştiğini sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. En güçlü ve kalıcı öğrenme, görülenle ve yaşananla şekillenir. Çocuklar, çoğu zaman bizim söylediklerimizi duyar ama davranışlarımızı izler.

Ne söylediğimizden çok, nasıl davrandığımız kalır akıllarında. Bazen bir bakış, bazen bir susuş, bazen de bir yabancıya gösterdiğimiz incelik… İşte bütün bunlar, onların iç dünyasına derin izler bırakır. Kulaklarıyla duyduklarını belki unuturlar ama gözleriyle gördükleri davranışlar, zamanla onların kimliğine dönüşür.

Bu yüzden sosyokognitif kuram, yalnızca teorik bir bilginin dışında hayatın tam içinde, sokakta, evde, okulda… Her yerde karşımıza çıkan, insanın insanla şekillendiğini anlatan sessiz ama çok derin bir gerçekliktir.

Peki, neden trafikte en ufak bir hatada camların inmesine, sözlerin kavgaya dönüşmesine yetiyor? Neden biri bize ters baktığında, içimizde biriken öfke bir anda taşabiliyor? Gerçekten sadece “sinirli bir mizacımız” olduğu için mi? Hayır, mesele bundan çok daha derindir.

Çevremizde defalarca tanık olduğumuz, göz göre göre içselleştirdiğimiz davranış kalıpları var. Aşağıladığı kadar değer gören, susturduğu kadar dinlenen, öfkesini sergiledikçe “güçlü” sayılan figürler… Ne kadar çok bu örneklerle karşılaşırsak, biz de o rolleri normal sanmaya başlıyoruz.

Dolayısıyla biz insanlar yalnızca düşünerek değil, izleyerek de şekilleniyoruz. İnanın bana, bazı davranışlar ne kadar çok tekrar edilirse, zihin onları o kadar kolay o kadar doğru kabul ederek kendisine uyguluyor.

Kadın cinayetlerine yakından bakalım. Her biri bir hayat, her biri yarım bırakılmış bir hikâye. Ancak bizler çoğu zaman bu vahşetleri yalnızca “bireysel sapkınlık” olarak değerlendirip geçiyoruz. Sanki bu cinayetleri işleyenler başka bir gezegenden gelmiş, sanki bu toplumun içinde yetişmemiş, bu sokaklarda yürümemiş insanlar gibi davranıyoruz.

Ey erkek milleti, bu hakkı sana kim verdi? Bu tahakküm yetkisini nereden aldın? Çevren mi seni böyle yetiştirdi? Toplumsal düzen mi seni yüceltti? Yoksa inancın satır aralarına gizlenmiş cümleler mi sana bu cesareti verdi? Yoook hepsi birden…

Çünkü bu cüret, toplumun görünmeyen yüzüne kök salmış, kuşaktan kuşağa aktarılan bir mirasın sonucudur. Bu miras, erkeğe hâkimiyet arzusunu, kadına ise suskunluğu dayatmış durmuştur.

Tam da burada sosyokognitif kuram devreye girer ve bu olayların ardındaki perdeyi aralar. Bu cinayetler ne tesadüfüdür ne de münferit. Aksine, toplumsal rollerin, öğrenilmiş davranışların ve görmezden gelinen öğretilerin bir sonucudur. İnsan neyi görürse onu öğrenir. Neye alkış tutuluyorsa onu doğru sanır. Neye göz yumuluyorsa, orada cesaret bulur.

Ve bugün, erkekliğin hâlâ güçle, baskıyla, tahakkümle tanımlandığı; duyguların “erkek ağlamaz” gibi klişelerle bastırıldığı; kadının ise bir birey değil, sahip olunan bir nesne olarak görüldüğü bir kültürel yapıda şiddet, yalnızca bir davranış biçimi değil, öğrenilmiş bir kalıptır. Ve öğrenilen her kalıp gibi, tekrar eder, yinelenir, sıradanlaşır.

Günlük hayatta da tanımadığımız birine neden kolayca saygısız davranabiliyoruz? Mesela sırada beklerken insanlara çarpmak, yaşlılara yer vermemek ya da market çalışanına bağırmak neden bu kadar kolaylaştı?

Çünkü toplumsal etkileşimle öğrendiğimiz kalıplar giderek daha bencil ve kaba bir tutumu ödüllendiriyor. Saygı görmeyen, değersizleştirilen bir toplumda empati de yavaş yavaş geri çekilmek zorunda kalıyor.

Elbette bu kuram her şeyi açıklamaz ama bazen bireysel tercihlerin, biyolojik yatkınlıkların da etkisi büyüktür. Fakat sosyokognitif bakış açısı, çevreyle zihnin bize oynadığı oyunu anlamak için oldukça güçlü bir bakış açısı sunar. İnsan doğası, sadece içgüdüyle hareket eden bir mekanizma olmadığından öğrenen, gözlemleyen, model alan ve tekrar eden bir yapıdadır.

Lütfen ama lütfen… Davranışlarımızı kökten değiştirmek istiyorsak, sadece bireyi değil, bireyin büyüdüğü zemini de sorgulamalıyız. Yani çevremizi, içinde yoğrulduğumuz sosyal öğrenme ortamlarını, her gün zihnimize işlenen örnekleri de dönüştürmeliyiz.

Zaten insan, yalnızca toplumun bir ürünü değil; aynı zamanda onu yeniden üreten bir varlıktır. Toplum aynadır, evet ama o aynaya bakan göz de biziz, o aynayı kıran ya da onaran el de.

Bu yüzden değişim, yalnızca içsel bir meseleyle sınırlı kalmaz; hep birlikte kurduğumuz düzenin yeniden inşasına uzanır. Gerçek dönüşüm, birlikte değişebildiğimizde başlar. Ve işte o zaman, yalnızca birey değil, insanlık da özüne doğru bir yolculuğa çıkar.

Murat Çatal

Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal Yıldız

Bu yazının bütünü yazarına aittir.

Bir önceki yazımı okudunuz mu?

Instagram

Yorumlar (3)

  1. Yıldız Tek Gamlı
    • 31/05/2025

    Kesinlikle okunması gereken harika bir yazı olmuş hocam 🥰

  2. […] Bir Önceki Yazımı Okudunuz Mu?  […]

    • 14/05/2025

    Farkındalık adına harika bir yazı olmuş. Kaleminize sağlık Murat hocam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Murat Çatal

Fisildayankalemler.org online gazetemizin Editörü ve Yazarıdır. Almanya’da yaşamaktadır. Araştırmaları, Antropoloji alanındadır. ‘Tanrıların Gizemi’, ‘Doğru Bilinen Yanlışlar’, ‘Alevi Ritüellerinin Kökeni’ ve ‘Die Ursprünge der Alevitischen Rituale’ adlarında dört antropoloji araştırma kitabı bulunmaktadır. https://1000kitap.com/kitap/tanrilarin-gizemi--355711?hl=tr https://www.sinirsizyayincilik.com/kitaplar/alevi-rituellerinin-kokeni/ https://www.sinirsizyayincilik.com/kitaplar/dogru-bilinen-yanlislar/ https://fisildayankalemler.org/author/muratcatal/