PENCERENİN ÖNÜNDEKİ SEVDA
- Yazar: Semiha Çetin
- 18 Aralık 2024
- 67 kez okundu
PENCERENİN ÖNÜNDEKİ SEVDA
Pencere önünde otururken, dışarıdan gelen uğultu sesiyle başımı çevirerek dışarı baktım. Sabah başlayan kar yağışı, birkaç saat içinde neredeyse tüm şehri yutmuş gibi görünüyordu. Bu havalar bana hep babaannemi hatırlatırdı. “Şimdi yine oturmuş gözleri dolu dolu camdan dışarıyı izliyordur,” diye geçirdim içimden. Birden çalan telefonumun sesiyle kendime geldim. Arayan avukatımız Dilek Hanım’dı.
Sekiz yıldır vekilimizdi Dilek Hanım. Hatırlıyorum da ilk aradığı zamanlar heyecandan ellerim titrer, boğazım düğüm düğüm olurdu. Artık babaannem dışında tüm aile umudunu kesmişti. Dilek Hanım’ın aramaları beni heyecanlandırmıyordu. Sakince telefonu açtım. “Alo” dedim pencereden dışarıya bakarak. Kar biraz daha hızlanmıştı. Bugün evden çalışmaya karar vermekle çok iyi yaptığımı düşündüm.
“Gökçe hanım merhaba, nasılsınız?”
Dilek Hanım’ın sesi her zamankinden daha heyecanlıydı. Hatta bu işten artık vazgeçmemiz gerektiğini bile söylemişti ama ben babaannem yaşadığı sürece bu davadan vazgeçmeyecektim.
“Teşekkür ederim, siz nasılsınız?” dedim.
“Size çok güzel bir haberim var. Sanırım onu bulduk” beklemediğim bu cümle beni bir süre olduğum yere çivilemişti.
“Gerçekten mi?” diye bağırdım. O kadar bağırmıştım ki sesimi ben bile tanıyamadım.
“Geçen yıl, gen bankalarına göndermek için Hadi Bey’den DNA örnekleri alınmıştı, hatırlarsanız. Amerika’da bir donör ile %98 oranında uyuşmuş. Yetkililer bana ulaştılar, ayrıntıları bilmiyorum ama onu bulduk sonunda” diye bir çırpıda adeta sekiz yılımızı özetledi.
“Buna inanmak o kadar zor ki Dilek Hanım, yetmiş yıllık bir kayıp bu. Babaannem dışında hiç kimse inanmıyordu bulunacağına”
“Eğer bir yanlışlık olmadıysa, bu o!”
Eğer bir yanlışlık olmadıysa, ya olduysa diye geçirdim içimden babaannem bunu şimdilik duymamalıydı. Eğer bir yanlışlık olduysa babaannem bunu kaldıramazdı.
Akşama kadar elim telefona gidip gidip geldi. Bu bilgiyi ailemle paylaşıp paylaşmamam gerektiğine bir türlü karar veremedim. Sonunda dayanamayarak babamı aradım.
Önce babaannemle konuştum. Tahmin ettiğim gibi tüm gününü pencerenin kenarında geçirmişti. Sonra babama olanları anlattım. Her şeyi soğuk kanlılıkla dinledi ve fazla ümitlenmememi söyledi.
Babamla konuştuktan sonra benim de tüm hevesim kaçmıştı. Kesinlikle bir yanlışlık olmalıydı. Başımı pencereye dayayarak dışarıyı izlemeye başladım. Aklımda babaannem vardı.
Bir insan nasıl bu kadar sevebilirdi ki aklım almıyordu. Çocukluğum onun dizinin dibinde kaybolan dedeme olan aşkını dinlemekle geçmişti. Hep aynı hikayeyi defalarca dinlemiş olsam da onun ağzından hep aynı heyecanla dinlerdim.
“Babaanne anlatsana dedeme olan sevdanı,” dediğim an yüzüne hep aynı hüzün otururdu ve başlardı anlatmaya.
“On beş yaşındaydım, beni görmüş beğenmiş. Haber göndermiş ama babam vermedi. Bir gün aldı kaçırdı beni. Kaçırdı ama ben de istedim. Düğünümüz yapıldı, çok güzeldi.
Köyden arkadaşları aklına girmiş. Amerika’ya gidelim, orada iş çokmuş, fakirlik yokmuş, zengin olur döneriz demişler. Benim beyim de çok iyi niyetliydi, parayı da severdi.
Aklından hiç fenalık geçmezdi. İnanmış onlara; tutturdu Amerika’ya gideceğim diye. Daha elimde kınam soğumadan aldı çantasını çıktı gitti. Zengin olup geri geleceğim, beni bekle dedi bana.
Yılbaşına üç gün vardı. Çok kar yağmış, yollar kapanmıştı. Sabaha kadar hep dua ettim, gidemesin geri dönsün diye ama dönmedi.
Aradan bir zaman geçti. Köylülerden biri şehre gitmiş, elinde bir gazete ile geldi. Bana gösterdi önce ben anlamadım. Okuma yazma bilmem dedim ama beyim ve onunla beraber giden iki arkadaşının gitmeden önce çektirdikleri bir fotoğrafı gösterdi gazetede. O zaman başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki.
Bu gemidelermiş, gemi batmış. Cesetlerine ulaşılamadı yazıyor dedi bir çırpıda. Ben lafının devamını duyamadım, bayılmışım ama o söyledikleri ömrüm boyunca çıkmadı aklımdan.
Herkes onun öldüğüne hemen inandı ama ben hiç inanmadım. Çünkü ben hep Allah’a önce benim canımı al diye dua ettim, ben ölmeden o ölmeyecek. Hem giderken geri geleceğim dedi. O, verdiği sözü mutlaka tutar.
Yetmiş sene değil, yüz yetmiş senem olsa ben onu bekleyeceğim. Mutlaka onu orada zorla tuttular. Ya da hafızasını kaybetti. Bir gün bizi hatırlayacak ve geri gelecek. O beni çok sevdi, ben de onu.”
Dedemin ona giderken aldığı tokaya bakarak dalıp giderdi her seferinde.
Babaannem bu hikayeyi her anlattığında ona olan saygım ve sevgim biraz daha artar. Kim, kimi bu kadar uzun süre beklerdi. Babaannemin ısrarları sonucu sekiz yıl önce dedemi aramaya karar verdik ama aramızda buna inanan tek kişi babaannemdi.
Şimdi gelen bu haber babaannemi haklı çıkarır mıydı bilmiyorum. Bildiğim tek şey babaannemin dedeme olan büyük aşkıydı. Dedemin kaybolduğu haberi geldiği gün, babaannemin hamile olduğu ortaya çıkmış. Belki de onu hayatta tutan tek şey babam olmuştur.
Tüm varlığıyla babama tutunmuş ve onu büyütmüş. Evlenmek isteyen çok olsa da o hep kocasının yolunu gözlemiş, evlenmeyi aklından bile geçirmemiş. Şimdi eğer bu bilgi doğruysa, dedem hâlâ yaşıyor mudur? Bu geçen yetmiş yılda neden arayıp sormadı, beni şimdi düşündüren sorular bunlardı.
Aradan birkaç gün sessizce geçti, başta beni çok heyecanlandırmış olan bu olay şimdi önemini yitirmişti. Kesinlikle bir yanlışlık vardı ve babam çok haklıydı.
Kafamı kurcalayan bu olayı bir kenara bırakarak işlerime yoğunlaştım. Günler önce başlayan kar yağışı bugün nihayet durmuştu. Ben de işlerimi halletmek üzere evden çıktım.
Tam iş yerime gelmiştim ki telefonum çaldı. Çantamda güçlükle bulduğum telefonun ekranına bakınca birden heyecanla titredim. Arayan Dilek Hanım’dı. Hızlıca selamlaşma faslını geçtikten sonra hemen konuya girdi.
“Gökçe Hanım, DNA uyuşması sağlanan kişi yarın Türkiye’ye geliyor. Beyefendi ısrarla gelmek istemiş. Dün kendisiyle telefonda görüştüm. Kendisi Türkçe konuşuyor. Aranan kişi benim diyor.”
“Bu doğru olabilir mi?”
“Bence babaannenize müjde verebilirsiniz, onu bulduk.”
Telefonu kapatır kapatmaz babamı arayıp olanı biteni ona da anlattım. Artık bu kişinin dedem olduğuna o da ikna olmuştu. Bu durumu şimdi babaannem de öğrenecekti.
Eğer her şey planlandığı gibi giderse dedem evine dönecek, hem de aynı gittiği gibi; yılbaşına üç gün kala. İşten çıkar çıkmaz babaannemin yanına; köye gittim.
Babam, olup biteni anlatmak için beni bekliyordu. Her zamanki gibi pencerenin önüne oturmuştu. Beni görünce yetmiş yıllık hasretin bir nakış gibi ilmek ilmek yüzüne işlediği o hüzünlü bakış bir anlığına da olsa dağılarak sevince dönüştü. “Keşke o sevinci öylece tutturabilsem yüzüne ve hüzün bir daha hiç dokunamasa sana.”
“Hoş geldin pamuğum,” dedi.
“Hoş bulduk pamuğum!” diye karşılık verdim. Birbirimize hep böyle hitap ederdik.
“Anne, Gökçe’nin sana anlatacakları varmış.” Babam her zaman ciddi konuları konuşmayı bana bırakırdı. Yine öyle yaptı.
Babaannemin ellerini avuçlarımın arasına aldım. Karşımda küçük bir kız çocuğu gibi duruyordu. Hüzünlü bakan gözlerini merakla gözlerimin içine sabitledi.
“Babaanne, hayatta en çok ne isterdin?”
“Tabii ki beyimin dönmesini.”
“Bulmuş olsaydık sevinir miydin?”
Birden ellerini avuçlarımın arasından çekerek ağzına götürdü.
“Buldunuz mu?” diye fısıldadı. Sanki yüksek sesle söylese bulunmamış olmasından korkuyor gibi hassas davranıyordu. Yavaşça başımı salladım. Zayıf ve yaşlı bedeni birden dikleşti. oturduğu yerden kalkarak boynuma atladı.
“Geldi mi? Burada mı?”
Kollarından tutarak tekrar yerine oturttum.
“Yarından sonra burada olacak,” dedim.
Babaannemle beraber uykusuz geçen iki günün sonunda dedemin uçaktan indiği haberini aldık. Babaannem de en güzel kıyafetlerini giydi ve her zamanki yerini aldı.
Gözleri pencerede dedemi beklemeye başladı. Bu sürede Dilek Hanım’ı defalarca aradım. Artık köy yoluna girdik dedikten sonra tüm aile, kapıda dedemi babaanneme getirecek arabayı beklemeye başladık.
Aradan geçen dakikalar bize yıl gibi gelmişti ama nihayet art arda sıralanmış birkaç araç, köşeyi döndü ve bahçemize giriş yaptı. Hemen babaannemin yanına koştum. Elinden tutarak onu dışarıya çıkardım.
Araçların kapısı sıra sıra açılıp içinden insanlar çıkmaya başladı. Ellili yaşlarda seyrek saçlı bir adam, araçtan indi ve hızlıca arka kapıya yöneldi. Kapıyı açtı ve içeriden doksan yaşlarında zayıf ve kambur bir adamı çıkardı.
Diğer taraftan inen yine ellili yaşlarında küt saçlı bir kadın koşarak yaşlı adamın diğer kolunu tuttu ve beraber eve doğru yürümeye başladılar. Babaannem hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Onu teselli etmeye çalışsam da beni dinlemedi ve elimi tutarak dedeme doğru yürümesine yardım etmemi istedi. Birkaç adım ilerledikten sonra yetmiş yıllık hasretin bitişine hep beraber şahit olduk.
Birbirlerine sarılarak fısıltıyla konuştular bir süre. Onlar ağladı biz ağladık. İkisi de artık doksan yaşlarındaydılar ve bu kadar heyecan ikisine de çok fazlaydı. Kollarına girerek rahat bir yere oturmalarına yardım ettik. Bir süre biz onları, onlar ise birbirini seyretti. Kalabalığın içinden bir kadın yaklaşarak sessizliği bozdu.
“Merhaba ben tercümanım, adım Ayşe sizlerle aile arasındaki irtibatı sağlamak için buradayım.”
“Merhaba Ayşe Hanım, Hadi Bey’in bu kadar kalabalık bir ailesi olacağını beklemiyorduk. Açıkçası biraz şaşırdık,” diye atladım birden.
“Hadi Bey’in altı çocuğu var. Babanız Hadi Bey ile yedi oluyor”
“Evet, biz de bu duruma biraz şaşırdık. Hadi Bey’in yaşadığını bile bilmiyorken bir ailesi olduğunu öğrenmek bizi biraz şaşırttı.” İmalı konuşmalarım babamın hoşuna gitmemiş olacak ki gözleriyle susmamı işaret etti.
Ayşe Hanım, dedem Hadi Bey’in başından geçenleri bize tek tek anlattı. Gemi kazasından sonra dedem gözlerini bir tahta parçası üzerinde açmış. Bir süre akıntı ile sürüklendikten sonra bir balıkçı teknesi onu fark etmiş.
Birkaç ay balıkçılarla beraber kalmış, dillerini bilmediği için derdini anlatamamış. Hem de büyük bir travma yaşadığı için denizden aşırı korkuyormuş.
Hayatı boyunca kısa mesafeler dışında hiç seyahat etmemiş. Türkiye’ye gelirken de sakinleştirici vermek zorunda kalmışlar. Balıkçılar sık sık denize açıldıkları için dedem onların yanından ayrılmak zorunda kalmış.
Tam bu sırada bir çiftlik sahibi ile tanışmış. Çat pat öğrendiği İngilizce ile anlaşmışlar. Kısa süre içinde toparlanmış ve çiftliğin tüm işlerini idare etmeye başlamış.
Bir süre sonra çiftlik sahibi adam felç geçirmiş ve kısa süre içinde de ölmüş ama ölmeden önce tek çocuğu olan Julia ile evlenmelerini istemiş. Daniel adını alarak Amerikan vatandaşı olmuş.
Onu, Hadi ismiyle aradığımız için bulamamışız. Bu olaylar beş yıl gibi süre içinde oluyor. Karısı Emine Hanım’ın evlenmiş olduğunu düşünerek Türkiye konusunu da böylece kapatmış.
Karısı Hannah, vefat etmeden önce tüm hayatını ona ve çocuklarına anlatmış. Kızı Madie, belki bir akrabasına ulaşırız umuduyla gen bankasına başvurmuş. Hikayeyi dinledikten sonra dedeme döndüm.
“Babaannem seni yetmiş yıl bekledi. Ben, kırk beş yıldır babaannemin senin hakkında anlattıklarını dinliyorum. Babaannemden vazgeçmek bu kadar kolay mıydı senin için?” dedim.
Yüzüme hiç bakmadan konuştu.
“Ben o çiftliğe çok emek verdim. Eğer onlara bir ailem olduğunu söyleseydim. Hannah benimle evlenmez, beni de orada barındırmazlardı. Bu köyü sevmiyordum. Burada açlık ve fakirlik vardı.
Buraya dönmeyi hiç düşünmedim ama Emine’yi yanıma almak isterdim. Hannah ile evlenince bunu da yapamadım. Emine genç ve güzeldi. Bir aylık evliydik, evlenir bir yuva kurar diye düşündüm.
Hamile olduğunu da bilmiyordum. Ben orada çok mutlu bir hayat yaşadım. Çok güzel bir ailem oldu. Emine benim aklıma hiç gelmedi. Onun yıllarca beni beklediğini duyunca çok üzüldüm. Keşke ona bir şekilde haber verseydim de beni beklemeseydi!”
Bu sözlerden sonra babaannem başını çevirerek her zamanki gibi pencereden dışarıya baktı. Tam ağzımı açmış konuşacaktım ki eliyle beni susturdu. Yaşadığı büyük hayal kırıklığı, orada bulunan herkesin üzerine çökmüştü.
Babaannemin sessizliği ertesi gün de devam etti. Akşamüzeri yanına gittim. Ellerini avucumun arasına aldım. İlk defa başını çevirip bana baktı. Avucunun içinden bir şeyi benim avucumun içine bıraktı. Avucumu açtığımda dedemin ona gitmeden önce verdiği tokanın parçalarıydı bunlar.
“Ben onun hiç gelmeyeceğini bilseydim de yine beklerdim. Beklemenin adını sevda koymuştum ben, o sadece bahaneydi. O geldi, benim de sevdam bitti. Beklemek anlamını yitirdi”
Bu yazının tamamı yazarına aittir.
Semiha Çetin
Editör Ümmü Özçelik Er
Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal Yıldız
Ahhh minel aşk ❤️ Muhteşem bir hikaye ve erkeklerin daimi bencilliği ☺️
Aşka âşık biri olarak, bu hikayede kadının sevdayı beklemekle bulduğu huzuru anlıyorum. Yetmiş yıl boyunca beklemek, belki de gerçek sevdanın peşinden gitmek değil, beklemenin kendisinde bulduğu bir anlamdı. Adam sadece bir bahaneydi; sevda aslında beklemenin ta kendisiydi. Bu, aşkın ve hayatın bizlere sunduğu ilginç bir paradoks. Beklemek, bir noktada bir sevda haline gelmiş ve gerçek değerini bulmuş gibi Yalnız Narsist adamın ;) O kadar beklemiş kadına karşı duyduğu umursamaz tavır ve dümdüz sözleri okudukça delirdim :) Oysaki kadının bekleyişi, sevda kadar değerli ve anlamlıydı. Kadının içindeki sevda, adamın basitliğine değmezdi ama maallesef en güzelde bu tip beş para etmez adamlar sevilirdi
Kaleminize sağlık akıcı bir yazı olmuş tebrikler