Mendilin Diliyle Sevmek
- Yazar: Murat Çatal
- 18 Haziran 2025
- 14 kez okundu

Mendilin Diliyle Sevmek
Ben, söze emek verilmeden “şiir” denmesine razı olmayanlardanım.
İçinde ter olmayan dizeler, ne kadar süslü olursa olsun, gönlümde yer bulmaz.
Edebiyat…
Kimi zaman “güzel söz söyleme sanatı” sanılır; oysa hakikatle hayalin en ince çizgide el sıkıştığı, sessizliğin bile anlam kazandığı derin bir emektir.
Ne yalnızca ilhama dayanır, ne de sadece kurala. Emeksiz dokunmaz insana, rastgele de kurulmaz. Çünkü kelimeler öyle kolay kolay düşmez insanın aklına…
Gönülden doğar; zaman ister, sabır ister.
Kendini duyurmak için önce suskunlukla sınar insanı.
Kimi zaman bir cümle yıllarca susar.
Bir kelime, gecelerce kapının önünde bekler.
Ve ancak yüreğiyle dinleyebilenin elinde, sözcükler usul usul açılır.
İşte hikâye de orada başlar.
Gerçek edebiyat, aceleyi sevmez.
Sabırla yoğrulur, derin bir sükûnetle olgunlaşır.
Kelimeler, kalemden değil, yürekten ağır ağır demlenir.
Her cümle, içten gelen bir işçilikle kurulur;
tıpkı bir bakır ustasının çekiç çekiç sabırla dövdüğü bir sini gibi…
Her vuruş yerli yerindedir; her iz, bir hikâye taşır.
Bazen tek bir dize, bir ömrün yükünü sırtlanır.
Bazen dört satırlık bir mani, koca bir romanın sustuğu yerden ses verir.
İnsan, bir kelimenin ardında yılların iç çekişini bulabilir.
Kimi zaman bir bakış, bir harf kadar küçük ama bir ömür kadar derindir.
İyi yazılmış her satır, yalnızca okunmaz; hissedilir, yaşanır,
ve bir vakit sonra da sessizce hatırlanır.
Elbette, dünyanın dört bir yanında ustalıkla yoğrulmuş edebiyatlar vardır.
Fransızlar kelimeleri neredeyse ipekten dokur; zarif, hafif ve kayıp giden…
İranlılar, mecazı bir gecenin iç sesi gibi kat kat işler; hem görünür hem saklıdır, hem tanıdık hem sır doludur.
Rus kalemi ise bıçak gibidir; kalbe saplanmaz, doğrudan damara iner.
Acıyı çekinmeden yazar; tutkuyu da, yıkımı da bütün çıplaklığıyla serer sayfaya.
Türkçede ise söz, çoğu zaman yarım kalmış bir türkü gibidir;
ne tam söylenir, ne tamamen susar.
Arasında bir yerde durur, gönle siner…
Anadolu toprağında öyle bir söz cevheri gizlidir ki,
taşsız kalmış bir mezar bile dünyaya yetecek kadar hikâye taşır içinde.
Bir köy odasında yarım bırakılmış bir türkü, sustuğu yerden bile konuşur.

Screenshot
Çünkü bu topraklarda sessizlik bile anlatır;
gölgesiz ağaç, isimsiz mezar, yarım kalmış ağıt…
hepsi birer hafıza kuyusudur.
Duyabilene, dünyaya yetecek kadar ses vardır burada.
Çünkü burada söylenen her söz, yalnızca ağızdan çıkmaz.
Topraktan gelir, bakıştan gelir, suskunluktan,
mendil uçlarından, çeyiz sandıklarının derinliğinden gelir.
Bir dokunuşla titreyen yürek,
bir tülbent kenarına saklanmış umut,
bir yaraya basılan ağıt olur da geçer yüzyıllardan…
İşte bu yazımda, o mendilin diline kulak vereceğiz.
Aşkın utangaç ama derin ifadesine,
bir diş izinin anlattığı özleme,
bir işleme ucunun sakladığı yüreğe bakacağız.
Çünkü bazen büyük hikâyeler, küçük eşyaların gölgesinde yaşanır.
Bazen söylenen değil; söylenemeyende asıl sır gizlidir.
“Ey yar bana bir mendil gönder…”
…ki, utandığım onca şeyi, söyleyemediklerimi, gizli arzularımı üzerinde taşısın.
Zira eskiden utanırdı insan.
Sevgiliye açık açık konuşulmazdı.
Ama mendil konuşurdu.
Mendil hem sırdaş olurdu, hem taşıyıcı…
Ne yürek yangınları, ne gözyaşları, ne düşler dokunurdu o beyaz kumaşa…
Bir mendil, bazen mektubun yerini alırdı;
kimi zaman bir söz olurdu, kimi zaman bir öpücük gibi düşerdi avuca.
“Ucunu işle gönder” derdi seveni.
Çünkü bilirdi ki, işlemenin her ilmik dokunuşu sevgilinin elidir.
O nakışta sabır vardır, utanma vardır, el değmişliğin hatırası vardır.
O küçük dokunuşlarda, elin izinden çok, gönlün izi okunur.
“İçine iki elma koy” diye eklerdi sonra.
Zira elma, aşkın meyvesiydi, paylaşmanın simgesi…
Bir sen, bir de ben…
Ne eksik, ne fazla.
Aynı mendilin içinde, yan yana düşen iki kalp gibi.
Nihayet, en mahrem yerinden seslenirdi:
“Birini dişle de gönder…”
Yani bir iz bırak…
Dudağının değdiği, belki utanarak, belki titreyerek ısırdığın bir parça…
Dişlenmiş bir elma, bir öpücük kadar mahremdir.
Çünkü sevda bazen bakıştan da ileri gider,
ama yine de doğrudan dile gelmez.
Bir elmanın yüzünde dolaşır,
bir mendilin ucunda bekler…
Eskiden aşk böyleydi işte.
Yüksek sesle söylenmez, süslü cümlelerle anlatılmazdı belki…
Ama bir mendille bile sevilirdi insan.
Ve o mendil, bir ömür saklanırdı yastık altında.
Kimseler bilmezdi ama o sevgiliyi,
mendilin ucundaki işleme kadar yakındı aslında.
Bir tür sessiz itiraftı belki:
Ben de seni seviyorum…
Ben de seni istiyorum…
Seni düşünüyorum…
Seni bekliyorum du…
Murat Çatal
Bu yazının bütünü yazarına aittir.
Bir önceki yazımı okudunuz mu?