Hayatın Kökleri Ve Renkleri
- Yazar: Nurgül Kayhan
- 10 Haziran 2025
- 45 kez okundu

Hayatın Renkleri
Hayat dediğimiz şey, aslında gözle göremediğimiz temeller üzerine kurulu.
Bir evin temeli beton olabilir, bir ağacınki toprak altında gizlenen kökler…
Peki ya bir insanın temeli nedir?
Bence insan, değerleri üzerine kurulur. Tıpkı bir ağacın kökleri gibi, bizi ayakta tutan, dışarıdan görünmeyen ama varlığı her şeyi belirleyen o içsel yapı: değerlerimiz.
Doğduğumuzda bir şey bilmeyiz. Ama hissetmeyi biliriz. Annemizin teni, babamızın sesi… Güven duygusu orada başlar. Sevginin ne olduğunu anlatmaz kimse bize, ama hissederiz. Zamanla o hisler içimizde kimliğe dönüşür. Ve fark etmeden değerlerimizi oluşturmaya başlarız.
Ama hayat kolay değildir. Büyürken pek çok şey değişir.
Zaman zaman savruluruz, bazı değerleri unuturuz, bazılarını sorgularız. İşte tam da o anlarda dönüp kendimize sormalıyız:
“Ben kimim? Ne uğruna ayakta kalıyorum? Ne beni ben yapıyor?”
Bir fırtına çıktığında, ağacın gövdesi eğilir belki ama kökleri sapasağlam yere tutunuyorsa yıkılmaz. Bizim de hayat karşısında yıkılmamamızın tek yolu, köklerimizi unutmamaktır.
Çünkü para geçici, unvan gelip geçici ama karakter dediğimiz şey zamanla sınanır ve sadece değerlerle ayakta kalır.
Belki de bu yüzden bazı insanlar ne olursa olsun dimdik durabiliyor. Çünkü onlar nereden geldiklerini unutmamış insanlar. Çünkü onlar değerlerine sahip çıkan insanlar.
Ve belki de bu yüzden biz de bazen içimizde bir güç hissederiz; tam düşecekken bizi tutan görünmez bir el gibi. İşte o el, köklerimizden başka bir şey değildir.
Ama sonra…
Hayat bizden daha fazlasını ister. Sadece ayakta kalmak yetmez; gelişmemiz, büyümemiz gerekir.
Çünkü ruh yalnızca köklerden beslenerek yaşayamaz. Dallara uzanmak ister; gökyüzüne, ışığa…
Yaprak açmak ister; rüzgârla dans etmeyi, güneşi hissetmeyi… Ve çiçeklenmek… İşte bu, insanın kendine ve hayata en güzel cevabıdır.
Hayat önümüze insanlar çıkarır. Bazıları geçici, bazıları kalıcı…
Ama hepsi bir iz bırakır. Kimi gelir içimizi ısıtır, kimi bir boşlukla gider. Bazıları bir tebessüm gibi kalır hafızamızda, bazılarıysa bir hüzün gibi. Tıpkı mevsimler gibi…
İlkbahar gibi içimizi kıpır kıpır yapan insanlar vardır; umut verir, yeşertir bizi.
Sonbahar gibi düşünmeye sevk edenler vardır; dökülen yapraklar gibi bazı gerçeklerle tanıştırır.
Ve kış gibi insanlara da rastlarız; soğuk ama öğretici. Hepsi ruhun yolculuğunda birer duraktır.
İşte bu yüzden hayat sadece köklerden ibaret değildir.
Kökler bizi ayakta tutar, evet. Ama yaşamı anlamlı kılan, dallara uzanmak, çiçek açmaktır. Köklerden güç alarak, hayatın sunduğu her mevsimi yaşamak gerekir. Sevgiyle, cesaretle, bazen acıyla ama hep öğrenerek.
Ama ne kadar yakın olurlarsa olsunlar, hayatımıza giren hiçbir insan, temel değerlerin yerini tam olarak tutamaz. O ilk sesler…
Annenin ninnisi, babanın güven veren tonu… Ruhun en derin koridorlarında hâlâ yankılanır.
Çocukken anlamını bile bilmeden ezberlediğimiz ilk dualar, bize dokunan ilk eller… İşte onlar, içimizdeki en sağlam harçtır.
Hayat ne getirirse getirsin, o köklere döndüğümüzde yeniden güç buluruz.
Ancak kabul edelim ki, sadece köklerle yaşamak da yeterli değildir. Ruh, köklerle beslenir; ama büyüyebilmek için renklere, seslere, değişime ihtiyaç duyar.
Hayatın sunduğu insanlar…
Bazıları bir bakışıyla içimizi aydınlatır, bazılarıysa bir sözüyle gecemizi karartır.
Yine de hepsi, ruhun ihtiyacı olan o “mevsim değişimlerini” yaşatır bize.
Bazen birinin gölgesinde huzur bulmak isteriz. Bazen bir başka kişinin ateşinde yanmayı göze alırız. Kimi zaman birine yaslanır, kimi zaman birinin omuzunda ağlarız.
İçimizdeki çocuk hâlâ anne babasının sesini arasa da, yetişkin olan yanımız tutkuların, değişimin peşine düşer.
Ve belki de bu yüzden, en çok çatışmayı kendimizle yaşarız.
Kökler mi, rüzgâr mı? Güven mi, özgürlük mü?
İşte insan dediğin, bu ikisinin arasında gidip gelen bir varlıktır. Ne sadece köklerde yaşanır, ne de sadece rüzgârda…
Önemli olan, köklerinden kopmadan rüzgârı hissedebilmektir.
İşte tam da burada başlar insanın en büyük çelişkisi: Köklerin güveniyle dalların özgürlüğü arasında gidip gelen o ince gerilim.
Hayat, sanki bu iki kutbun arasında bir ipte yürümek gibidir. Ne tam anlamıyla birine yaslanabiliriz ne de diğerini yok sayabiliriz.
Kökler bizi geçmişimize, aidiyetimize bağlar. Dallar ise geleceğe, hayallerimize…
Bazılarımız öyle çok uzanır ki gökyüzüne, öyle bir yükselir ki yukarılara… Köklerini unutur. Nereden geldiğini, neye borçlu olduğunu, kim olduğunu unutur.
Ve bir gün, en sert rüzgârda savrulur, düşer. Çünkü dayanağı yoktur.
Bazılarımız da o kadar sıkı sarılır ki köklerine; dallarını budar, yapraklarını döker, gökyüzüne bakmaz bile. Köklerinde kalır ama gelişemez.
Oysa yaşamak, sadece geçmişte kalmak değil; yeniye cesaret edebilmektir.
Gerçek denge, köklerden güç alarak dalları özgürce uzatabilmektir.
Ne geçmişi unutarak savrulmak ne de yenilikten korkarak körelmektir.
İnsan hem ait olmayı hem de özgür olmayı öğrenmek zorundadır.
Ve belki de en olgun ruhlar, bu dengeyi kurabilenlerdir.
Hayata, her birimiz belli değerlerle başlarız.
Doğduğumuz anda henüz adını bile bilmediğimiz duygularla sarar bizi yaşam.
Annemizin sıcaklığı, babamızın güven veren kolları…
İlk sevgiyi, ilk güveni, ilk doğruyu orada öğreniriz.
İşte bu ilk temaslar, zamanla içimizde filizlenen en sağlam değerlerin tohumudur.
Sevgi, saygı, merhamet, dürüstlük, sorumluluk…
Bunlar sadece kelime değil, bizi insan yapan, bizi bir arada tutan görünmez bağlardır.
Bir ağacın kökleri gibi görünmez yerlerde derinlere uzanır bu değerler.
Ve tıpkı o kökler gibi, en zor zamanlarda bile bizi ayakta tutar.
Çünkü insan ruhu, değişim ister.
Bazen fırtına ister.
Ve biz, o heyecan verici kişileri yaşamak isteriz; bazen gölgelerinde saklanmak, bazen ateşlerinde yanmak.
İşte tam da burada başlar insanın en büyük çelişkisi:
Köklerin güveniyle dalların özgürlüğü arasında gidip gelen o ince gerilim.
Hayat, bu iki kutup arasında bir denge arayışıdır.
Bazılarımız o kadar yükselir ki gökyüzüne, köklerini unutur. Ve ilk sert rüzgârda savrulup düşer.
Bazılarımızsa dallarını budar, büyümekten korkar; köklerinde kalır ama hayatı tam anlamıyla yaşayamaz.
Gerçek denge, köklerden güç alarak dalları özgürce uzatabilmektir.
Ne geçmişi unutarak savrulmak ne de yenilikten korkarak körelmektir.
İnsan hem ait olmayı hem de özgür olmayı öğrenmek zorundadır.
Ve belki de en olgun ruhlar, bu dengeyi kurabilenlerdir.
Yaşadığımız her insan, her duygu, bize bir pencere açar dünyaya.
Bazen gözyaşı damlasıdır o pencere, bazen kahkaha…
Ama hepsi bizi biz yapar.
Ve en önemlisi, biz o köklere ve o dallara eşit değer vermeyi öğreniriz.
Temel değerlerimizle bağlıyız; onlarla büyür, onlarla şekilleniriz.
Ama hayatın renklerini kucaklamakla da tamamlanırız.
Yaşam budur işte:
Bir yandan güvenle köklere sarılmak,
Bir yandan cesaretle dallarda uçmak.
Sonunda anlarız ki;
İçimizdeki bu denge, bizi gerçek insan yapar.
Kökler olmadan renkler anlamsız,
Renkler olmadan kökler tekdüze kalır.
Ve biz, bu iki dünyanın arasında, kendi benzersiz hayatımızı öreriz.
Nurgül Kayhan
Editör: Murat Çatal
Bu yazının bütünü yazarına aittir.
Genel Yayın Yönetmeni: Elif Ünal Yıldız
Bir önceki yazımı okudunuz mu?