Ertoş Ayağa Nasıl Kalktı

Ertoş Ayağa Nasıl Kalktı

Ayağa Kalkmak

Evlerin dip dibe inci gibi sıralandığı ,sokakları kedilerden geçilmeyen, bakkalın veresiye defteri kadar karışık bir mahallede, Eren ve Elif adında iki kardeş yaşardı. Ama kimse onlara doğdukları isimle seslenmezdi. Eren, mahallede “Ertoş” olmuştu; Elif ise sadece “Elif abla.” Anne-babaları yıllar önce göçüp gitmişti. Geride kalan tek şey, bir zamanlar sobanın üstünde kaynayan ıhlamur kokusu gibi silik ama sıcak bir anıydı.Elif zihinsel engelliydi; gun boyu ağzında sakizla sokağın ortasında kendi kendine konuşurdu. Ertoş hem zihinsel hem fiziksel engelliydi; ama yüzü güldü mü, o gülümseme bir balkondaki çamaşır ipine asılmış tertemiz yastık kılıfı gibi iç açardı.

Ertoş, günün çoğunu bakkalın önünde oturarak geçirirdi. Oturduğu sandalye, mahallede “pis plastik” diye bilinen, kim tarafından bırakıldığı bilinmeyen ve muhtemelen çöp gününden kalma bir plastiğe benziyordu. Elinde çoğu zaman ya bir eski ev terliği ya da yaşlı annesinden kalma bakır su kabı olurdu. O kabı bazen başına geçirir, bazen güneşten korunmak için dizlerinin arasına sıkıştırırdı.
Mahallenin meşhur üçlüsü Suna, Arif ve Yaşar, hayatı Ertoş için çekilmez hale getiren küçük belalardı. En sevdikleri şey, onun sabrını zorlamaktı.

“Ertoooş, kalk da seni gezmeye götürelim, Çetinkaya ‘ya”
“Bak buraya hadi beni yakalaa!”
“Ertoş ağabey, güneş gözlüğün yok ama güneş gibisin yaaa!”
Ertoş bu sözlere karşı sadece kalın ve boğuk bir sesle cevap verirdi:
“Uuuhhhgggghhhh!”

Ama o gün… Gök biraz daha puslu, rüzgâr biraz daha yaramazdı. Çocuklar, nanik hareketleri eşliğinde iyice coşmuştu.Tam o sırada, bir “şey” oldu.Ertoş yavaşça yerinden kalktı.
Önce sandalye gıcırdadı, sonra mahalle sustu.
Ve elindeki bakır su kabını sıkıca kavradı.
Suna’nın gözleri büyüdü, Arif “kaç” demeye çalıştı ama sesi çıkmadı, Yaşar’ın ayağı terliğe takıldı.
Ertoş bir adım attı… Sonra bir daha…
Ve sonra kabı kaldırdı…

“HUUHHHH!” diye bir haykırışla Ertoş su kabını önce havada döndürdü, sonra hedefe yöneldi
ÇAT!
Bakır kabın içi boştu ama sesi doluydu.
Kime isabet ettiğini kimse tam göremedi ama Arif’in alnında bir “bakır yarısı” kadar kızarıklık belirdi.Suna ve Yaşar bir çığlık atıp koşmaya başladı, Arif ise hafif sendeleyerek, “Ben sana abi demek istiyordum zaten” diyebildi.
Mahalle alkışladı mı, yoksa sadece saksıdan bir çiçek mi düştü bilinmez. Ama o andan sonra Ertoş bir efsane oldu.
Ertesi sabah, Ertoş yine sandalyesindeydi. Ama önünde bir torba vardı: Cips, kola, eskimo ve en önemlisi… Yeni bir bakır kap.

Artık mahallenin çocukları onu kızdırmaz, hatta nöbetleşe cips ikram ederdi.
Ve o gün herkes şunu anladı:
“Ertoş kalktıysa, kader değişebilir. Ama Ertoş bakır kapla kalktıysa, kaçmak en iyisidir.”

Fatma Yaman

Bu yazının bütünü yazarına aittir

Bir Avlu Bin Düş

 

Yorumlar (0)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fatma Yaman

Fatma Yaman - Fatma Yaman, Adana'nın sıcak ve bereketli topraklarında dünyaya geldi. Çocukluğu, narenciye kokulu sokaklarda, güneşin içini ısıttığı taş avlulu evlerde geçti. Henüz küçük yaşlardayken kelimelere merak saldı; kitapların içinde kaybolmayı, hikâyeler uydurup defter kenarlarına resimler çizmeyi bir oyun değil, bir varoluş biçimi olarak benimsedi. Bu derin ilgi onu, ileride mesleğini de tutkusunu da şekillendirecek olan yola yönlendirdi: Türk Dili ve Edebiyatı. Üniversite yıllarında edebiyata olan ilgisi sadece teorik düzeyde kalmadı. Aynı zamanda yazmanın, anlatmanın ve çocuklara ulaşmanın farklı yollarını da araştırmaya başladı. Mezuniyetinin ardından Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak öğrencilerine yalnızca bir dersin içeriğini değil, kelimelerin taşıdığı duyguyu, yazının ardındaki düşünceyi ve edebiyatın iyileştirici gücünü de aktardı. Öğretmenlik, onun için bir meslekten çok bir köprüydü; insanlarla kalpten kalbe uzanan bir anlatı köprüsü. Bu yıllar içinde bir kadın olarak büyüdü, evlendi, bir erkek çocuk annesi oldu. Anne oluşu, hayatındaki en derin, en dönüştürücü deneyimlerden biri oldu. Annelik, ona yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda içinden taşan yeni bir yaratıcılık verdi. Oğlunun doğumuyla birlikte, gözlemlerini, duygularını ve hayal gücünü harmanlayarak okul öncesi çocuklara yönelik kitaplar yazmaya ve çizmeye başladı. Bu kitaplarda çocukların dünyasına dokunuyor, onların kalplerine sıcak, güvenli bir hikâye evi kuruyordu. Kaleminden dökülen her cümle, çizgilerine eşlik eden her renk; sevgi, merhamet ve umut taşıyordu. Ancak hayat her zaman bir masal gibi ilerlemedi. Evliliği zamanla çatladı ve sonunda bir ayrılıkla son buldu. Boşanma süreci, onun iç dünyasında derin bir iz bıraktı ama aynı zamanda kendi ayakları üzerinde durduğu, kadınlığına ve üretkenliğine daha sıkı sarıldığı bir dönemin de başlangıcı oldu. Yalnızlığı, bir eksiklik değil; kendini tanıma ve yeniden kurma fırsatı olarak gördü. Bugün Fatma Yaman, hem bir öğretmen hem bir anne hem de çocukların iç dünyasına incelikle dokunan bir yazar ve çizer olarak yaşamına devam ediyor. Yazdığı ve resimlediği okul öncesi kitaplar, çocukların hayal gücünü beslerken, ebeveynlere de sevgiyi, anlayışı ve sabrı hatırlatıyor. Adana'nın sıcaklığı hâlâ sesinde, kelimelerinde ve çizgilerinde hissediliyor. O, kendi içinden büyüttüğü ışıkla hem oğlunun hem de dokunduğu çocukların dünyasını aydınlatmaya devam ediyor.