Caz Gecesi (The Blue Room)
- Yazar: Fatma Yaman
- 5 Ağustos 2025
- 178 kez okundu

Caz Gecesi
Şehrin tam kalbinde, tarihi bir binanın camlarını buğulandıran sıcak bir ses yükseliyordu: trompetin ağlamaklı tınısı, piyanonun içe işleyen notaları… “The Blue Room” adlı caz kulübünde yılın en büyük gecesi düzenleniyordu. İçeride zaman değil, ritim akıyordu.
İpek, hayatı ezberden yaşıyordu. Sabah işe gidip akşam annesinin “isler nasıldı?” diye sorduğu eve dönerdi. Grafik tasarım ofisinde başkalarının hayallerini çizip, kendi düşlerini rulo kâğıt gibi kenara kıvırıyordu. O gece, içindeki sesi dinledi. Uzun zamandır ilk kez.
Kırmızı rujunu sürdü, siyah ceketini giydi ve kulübün ağır kapısından içeri adım attı. Cazın ritmi damarlarına karıştığında henüz fark etmemişti; o gece, bir dönüm noktası olacaktı.
Masasına garson iki kişilik kahveyle geldi, sonra biri yaklaştı.
İlk kadın, Nevin, yetmişlerinde bir piyano öğretmeniydi. Saçları bembeyaz ama gözleri hâlâ ateşli. “Ben sahneye ilk kez kırk yaşında çıktım ” dedi. “Gençken korktum, evlendim. Sonra iki güzel çocuğum oldu ,onca bestem yalnızca o iki güzel çocuğa eşlik etti .Kocam ölünce ben de yeniden doğdum.” Kahkahası yüksekti, alnında zaman yerine cesaret yazılıydı.
İkinci kadın, Melek kırklı yaşlarının sonlarında bir avukattı. Kendi deyimiyle, ‘bir sürü davayı kazanmış ama kendine karşı hep kaybetmiş’ biriydi. “Bir sabah ofiste kendime kahve yaparken fark ettim,” dedi, “hiçbir şeyim bana ait değil. Gömleğim, masam, zaferlerim… Hepsi başkaları için.” O gün istifa edip küçük bir kıyı kasabasına taşınmış, şimdi sabahları hukuk değil ekmek yoğuruyordu.
Üçüncü kadın, Bilge, yirmi yedisindeydi. En genç olanıydı, en sessiz olanı. Antidepresanlardan ona sessizlik yemini düşmüştü. Ama gecenin sonunda bir cümle söyledi:
“Hayat, zor gibi görünen virajlardan ustalıkla çıkma sanatıdır”
Enfes melodi eşliginde Louis Armstrong “La vie en rose” ritminin etkisiyle İpek’in elleri titredi. Hayatını sorgulayan o iç ses, ilk kez bağırmadan konuştu:
“Hadi.”
O gece geç saatlerde eve döndü. Annesi uyuyordu. Salon karanlıktı, ama İpek’in içinde ilk kez ışık yanmıştı. Sabah gün doğarken evdeki hiçbir eşya ona ait gibi görünmüyordu artık. Tüm o güvenli düzen, bir kafes gibiydi.Kendine ait bir renk bile yoktu bu duvarlarda,hepsi annesine aitti…
Bir hafta içinde evi terk etti. Çocukluğundan beri biriktirdiği boyalarını, tuvallerini, fırçalarını aldı. Çocukluğunda oyun odası olan, şimdi depo gibi duran bir atölyeyi kiraladı. İş yerinden istifa ettiğinde yöneticisi şaşkınlıkla sormuştu:
“Yeni iş teklifin mi var?”
İpek yalnızca gülümsemişti:
“Var. Kendime ait bir hayat.”
Şimdi sabahları kahve değil, renk karıştırıyordu. Geceleri bilgisayar başında değil, tuval önünde saatler geçiriyordu. Para mı? Bazen zorlandı. Ama özgürlük, kolay hayatın değil, kendi hayatının meyvesiydi.
Bir gün atölyesinin duvarına üç cümle yazdı.
Nevin’den: “Geç değil, şimdi.”
Melek’den: “Sahip oldukların değil, seçtiklerin seni anlatır.”
Bilge’den: “Virajlardan çikma sanatı”
İpek, o geceyi hatırladıkça anladı:
Hayat, çoğu zaman bir caz solosu gibidir. Yazılı değildir, doğaçlamadır.
Ve cesaret, en güzel notayı getirir.
—
Ve o gece, bir kulüpte çalan müzik değil, bir kadının kendi sesini duyması yankılandı en çok.
Ruhunu dinleyen her kadın gibi kocaman bir gülümseme yerleşti atölyeye.
Fatma Yaman
Bu yazının bütünü yazarına aittir
https://www.instagram.com/officefatmayaman?igsh=OThlMXkyNDgxd2xm
Sen harika bir detaysın ❤️