Caz Gecesi (The Blue Room)

Caz Gecesi (The Blue Room)

Caz Gecesi

Şehrin tam kalbinde, tarihi bir binanın camlarını buğulandıran sıcak bir ses yükseliyordu: trompetin ağlamaklı tınısı, piyanonun içe işleyen notaları… “The Blue Room” adlı caz kulübünde yılın en büyük gecesi düzenleniyordu. İçeride zaman değil, ritim akıyordu.

İpek, hayatı ezberden yaşıyordu. Sabah işe gidip akşam annesinin “isler nasıldı?” diye sorduğu eve dönerdi. Grafik tasarım ofisinde başkalarının hayallerini çizip, kendi düşlerini rulo kâğıt gibi kenara kıvırıyordu. O gece, içindeki sesi dinledi. Uzun zamandır ilk kez.

Kırmızı rujunu sürdü, siyah ceketini giydi ve kulübün ağır kapısından içeri adım attı. Cazın ritmi damarlarına karıştığında henüz fark etmemişti; o gece, bir dönüm noktası olacaktı.

Masasına garson iki kişilik kahveyle geldi, sonra biri yaklaştı.

İlk kadın, Nevin, yetmişlerinde bir piyano öğretmeniydi. Saçları bembeyaz ama gözleri hâlâ ateşli. “Ben sahneye ilk kez kırk yaşında çıktım ” dedi. “Gençken korktum, evlendim. Sonra iki güzel çocuğum oldu ,onca bestem yalnızca o iki güzel çocuğa eşlik etti .Kocam ölünce ben de yeniden doğdum.” Kahkahası yüksekti, alnında zaman yerine cesaret yazılıydı.

İkinci kadın, Melek kırklı yaşlarının sonlarında bir avukattı. Kendi deyimiyle, ‘bir sürü davayı kazanmış ama kendine karşı hep kaybetmiş’ biriydi. “Bir sabah ofiste kendime kahve yaparken fark ettim,” dedi, “hiçbir şeyim bana ait değil. Gömleğim, masam, zaferlerim… Hepsi başkaları için.” O gün istifa edip küçük bir kıyı kasabasına taşınmış, şimdi sabahları hukuk değil ekmek yoğuruyordu.

Üçüncü kadın, Bilge, yirmi yedisindeydi. En genç olanıydı, en sessiz olanı. Antidepresanlardan ona sessizlik yemini düşmüştü. Ama gecenin sonunda bir cümle söyledi:
“Hayat, zor gibi görünen virajlardan ustalıkla çıkma sanatıdır”

Enfes melodi eşliginde Louis Armstrong “La vie en rose” ritminin etkisiyle İpek’in elleri titredi. Hayatını sorgulayan o iç ses, ilk kez bağırmadan konuştu:
“Hadi.”

O gece geç saatlerde eve döndü. Annesi uyuyordu. Salon karanlıktı, ama İpek’in içinde ilk kez ışık yanmıştı. Sabah gün doğarken evdeki hiçbir eşya ona ait gibi görünmüyordu artık. Tüm o güvenli düzen, bir kafes gibiydi.Kendine ait bir renk bile yoktu bu duvarlarda,hepsi annesine aitti…

Bir hafta içinde evi terk etti. Çocukluğundan beri biriktirdiği boyalarını, tuvallerini, fırçalarını aldı. Çocukluğunda oyun odası olan, şimdi depo gibi duran bir atölyeyi kiraladı. İş yerinden istifa ettiğinde yöneticisi şaşkınlıkla sormuştu:
“Yeni iş teklifin mi var?”
İpek yalnızca gülümsemişti:
“Var. Kendime ait bir hayat.”

Şimdi sabahları kahve değil, renk karıştırıyordu. Geceleri bilgisayar başında değil, tuval önünde saatler geçiriyordu. Para mı? Bazen zorlandı. Ama özgürlük, kolay hayatın değil, kendi hayatının meyvesiydi.

Bir gün atölyesinin duvarına üç cümle yazdı.
Nevin’den: “Geç değil, şimdi.”
Melek’den: “Sahip oldukların değil, seçtiklerin seni anlatır.”
Bilge’den: “Virajlardan çikma sanatı”

İpek, o geceyi hatırladıkça anladı:
Hayat, çoğu zaman bir caz solosu gibidir. Yazılı değildir, doğaçlamadır.
Ve cesaret, en güzel notayı getirir.

Ve o gece, bir kulüpte çalan müzik değil, bir kadının kendi sesini duyması yankılandı en çok.
Ruhunu dinleyen her kadın gibi kocaman bir gülümseme yerleşti atölyeye.

Fatma Yaman

Bu yazının bütünü yazarına aittir

Ertoş Ayağa Nasıl Kalktı

https://www.instagram.com/officefatmayaman?igsh=OThlMXkyNDgxd2xm

Etiketler:

Caz Konser Piyano

Yorumlar (1)

  1. Sen harika bir detaysın ❤️

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fatma Yaman

Fatma Yaman - Fatma Yaman, Adana'nın sıcak ve bereketli topraklarında dünyaya geldi. Çocukluğu, narenciye kokulu sokaklarda, güneşin içini ısıttığı taş avlulu evlerde geçti. Henüz küçük yaşlardayken kelimelere merak saldı; kitapların içinde kaybolmayı, hikâyeler uydurup defter kenarlarına resimler çizmeyi bir oyun değil, bir varoluş biçimi olarak benimsedi. Bu derin ilgi onu, ileride mesleğini de tutkusunu da şekillendirecek olan yola yönlendirdi: Türk Dili ve Edebiyatı. Üniversite yıllarında edebiyata olan ilgisi sadece teorik düzeyde kalmadı. Aynı zamanda yazmanın, anlatmanın ve çocuklara ulaşmanın farklı yollarını da araştırmaya başladı. Mezuniyetinin ardından Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak öğrencilerine yalnızca bir dersin içeriğini değil, kelimelerin taşıdığı duyguyu, yazının ardındaki düşünceyi ve edebiyatın iyileştirici gücünü de aktardı. Öğretmenlik, onun için bir meslekten çok bir köprüydü; insanlarla kalpten kalbe uzanan bir anlatı köprüsü. Bu yıllar içinde bir kadın olarak büyüdü, evlendi, bir erkek çocuk annesi oldu. Anne oluşu, hayatındaki en derin, en dönüştürücü deneyimlerden biri oldu. Annelik, ona yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda içinden taşan yeni bir yaratıcılık verdi. Oğlunun doğumuyla birlikte, gözlemlerini, duygularını ve hayal gücünü harmanlayarak okul öncesi çocuklara yönelik kitaplar yazmaya ve çizmeye başladı. Bu kitaplarda çocukların dünyasına dokunuyor, onların kalplerine sıcak, güvenli bir hikâye evi kuruyordu. Kaleminden dökülen her cümle, çizgilerine eşlik eden her renk; sevgi, merhamet ve umut taşıyordu. Ancak hayat her zaman bir masal gibi ilerlemedi. Evliliği zamanla çatladı ve sonunda bir ayrılıkla son buldu. Boşanma süreci, onun iç dünyasında derin bir iz bıraktı ama aynı zamanda kendi ayakları üzerinde durduğu, kadınlığına ve üretkenliğine daha sıkı sarıldığı bir dönemin de başlangıcı oldu. Yalnızlığı, bir eksiklik değil; kendini tanıma ve yeniden kurma fırsatı olarak gördü. Bugün Fatma Yaman, hem bir öğretmen hem bir anne hem de çocukların iç dünyasına incelikle dokunan bir yazar ve çizer olarak yaşamına devam ediyor. Yazdığı ve resimlediği okul öncesi kitaplar, çocukların hayal gücünü beslerken, ebeveynlere de sevgiyi, anlayışı ve sabrı hatırlatıyor. Adana'nın sıcaklığı hâlâ sesinde, kelimelerinde ve çizgilerinde hissediliyor. O, kendi içinden büyüttüğü ışıkla hem oğlunun hem de dokunduğu çocukların dünyasını aydınlatmaya devam ediyor.